Son iki haftadır yoğun gündemin ön maddelerinin hemen arkasında Kıbrıs ile ilgili bir haber duyuyor, Kıbrıs meselesini çevreleyen konjonktüre tartışmalarımızda mutlaka değiniyorduk.
Son iki haftadır yoğun gündemin ön maddelerinin hemen arkasında Kıbrıs ile ilgili bir haber duyuyor, Kıbrıs meselesini çevreleyen konjonktüre tartışmalarımızda mutlaka değiniyorduk. Nihayet bu hafta sonu Pile-Yiğitler yol yapım çalışmalarında yaşanan kriz nedeniyle Kıbrıs maddesi gündemin tam merkezine oturdu. Krizin ne aşamada olduğunu anlatmak için çeşitli haber programlarına bağlanan KKTC Dışişleri Bakanı Sayın Ertuğruloğlu, Pile yol krizinin ve KKTC ile BM arasında yaşanan tansiyonun Kıbrıs sorununun göz ardı edilmesi durumunda anlaşılamayacağını belirtti. Kıbrıs meselesi dahilinde tarafların duruşunda hatta kimliğinde zaman içerisinde farklılaşmalar oldu (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi-GKRY- AB üyesi oldu örneğin) ama aslında sorunun esası değişmedi, hala Türk tarafı için mesele Ada’da var-olma/ varlığını gösterme ve kabul ettirme sorunu. Bugün geldiğimiz noktada bu var-olma sorununun artık ayrı bir devlet olarak var-olma meselesine dönüştüğünü görüyoruz.
İki devletli çözüm
1983’den beri KKTC’de devlet kurumlarının var olduğu, KKTC olma iradesinin gösterildiği düşünüldüğünde Cenevre görüşmeleri esnasında gelinen bu son merhale elbette şaşırtıcı değil; ama gelinen bu noktada Kıbrıs Türk toplumunun devlet olmadan toplumsal varlığını sürdürebileceği ile ilgili umutlarının tükenmiş olduğunu da görüyoruz. Sonu gelmeyen ve aslında statükoyu Türk toplumunun izole edilmesi biçiminde negatif bir statüko olarak tutan müzakere süreçleri özellikle de ambargolar nedeniyle çok dar bir ekonominin içinde yaşamak zorunda kalan Kıbrıs Türk toplumu için bezdiriciydi. Ada’nın jeopolitiğini GKRY’ni Kıbrıs’ın tek yasal temsilcisi kabul edip dönüştürmek ve böylece Akdeniz’de kontrol alanını genişletmek üzere seçimini yapan Avrupa’nın da Annan Referandumu’ nu takip eden süreçte Kıbrıs Türk Toplumu adeta yokmuş gibi davrandığı görüldü. Kıbrıs sorununun barışçıl çözümü için zamanında alınmış BM kararlarından yani BM parametrelerinden dem vuran Batı’nın Avrupa kanadı aslında konuyu kendi açısından bir egemenlik sorunu haline getirmekte, böylece de Kıbrıs Türk Toplumunun ekonomik ve siyasi varoluş alanını daraltmakta hiçbir beis görmedi. AB bürokrasisi bu tercihi yaparken başarılı olmayı nasıl düşündüler, bugünden baktığımızda yaptıkları tercihi anlamlandırmamız gerçekten zor.
Avrupa ne umdu ne buldu?
2000’lerin başı AB’nin geliştirebileceği özerk stratejik varlık, askeri ve sivil kabiliyetler konusunda çok umutlu oldukları bir tarihti, bu nedenle muhtemelen çok büyük bir maliyete katlanmadan GKRY üzerinden Ada’da ve Akdeniz’de varlıklarını artırabileceklerini düşündüler. Türk Toplumunu zaten gözden çıkardıklarından ve BM parametreleri çerçevesinde toplumlar-arası görüşmeler statükodan fazla bir şey üretmeyeceğinden maliyet-kar hesabında kazanca yönelik beklentileri çok yüksek idi. Brexit henüz ortalarda yoktu, Rusya’nın Akdeniz’e inişi o günlerde bir senaryo idi ve üstelik bu senaryonun üzerinde geçtiği hat Yunanistan-GKRY olduğundan, yapılacak hamle ile Moskova’nın Akdeniz’e ulaşımının da kontrol altında tutulacağı düşünülüyordu. Türkiye’nin stratejik özerkliği savunma sanayi ve özellikle sivil-askeri donanma kabiliyetleri üzerinden zorlayacağı akıllara gelmiyordu (oysa Ankara, 2000’lerden itibaren savunma stratejisinin değişebileceği yönünde ipuçları veriyordu) ve ABD’nin Akdeniz enerjisinde büyük oyuncu olma ihtimali henüz sadece bir ihtimaldi. Bu ortamda Avrupa, Türk Toplumunu hayalet haline getiren bir strateji benimsedi. Böylece Türk tarafının siyasi açıdan ilk tercihine, ayrı bir devlet tercihine, yoğunlaşmasının da önünü açtı. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu duruşu destekleyeceğini açıkça dillendirmesi, KKTC’nin alt yapı ihtiyaçlarının “tanınma” senaryosuna göre Ankara’nın desteğiyle hazırlanması, Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üyeliğin Sayın Erdoğan’ın KKTC’nin tanınması ile ilgili çağrıyı BM Genel Kurul toplantısında yapmasından sonra gelmesi, KKTC’nin ekonomik ve siyasi var oluşuyla ilgili 2011’den itibaren aldığı kritik kararları tamamlıyor.
Varlık mücadelesi
Dolayısıyla Kuzey Lefkoşa, kendi varlığını hiçe sayan uygulamaları protesto etmeye, Türk Toplumunun Ada’da alt yapı güvenliğine ulaşması önündeki engelleri kaldırmak için (pandemi dönemi sınır kapatma politikalarıyla burun buruna geldikten sonra) adım atmaya devam edecek. Pile yolu yapım çalışması bu bağlamda hem insani bir proje zira ara bölgede karma bir yerleşim alanı olan Pile’deki Türk nüfusun Türk tarafına ulaşımını engelsiz (İngiliz üs bölgesi dışından bir bağlantı ile) ve kolay hale getiriyor ve Türk Toplumu’nun alt-yapı güvenliğini güçlendiriyor. Hem de Rum kesiminin ara bölgeyi Rum yönetiminin egemenlik alanı olarak görme yönündeki eğilimine ve BM Kıbrıs misyonunun bu eğilimi koruyan bir araç haline gelme temayülüne Türk tarafının karşı çıktığını, Kıbrıs Adası üzerinde ayrı bir siyasi irade olarak ben de varım dediğini gösteriyor. Dolayısıyla Pile yolu projesi sadece bir yol projesi olmaktan çıkıyor ve bu nedenle de bir tür taraflar açısından varlık gösterme fırsatına dönüşüyor. Çıkan gürültü ve BM Barış Gücü’nün KKTC’yi engelleme çalışmalarının caydırılmış olması bu nedenle çok önemli.
BM barış gücü neye dönüştü?
Kuzey Lefkoşa’dan gelen açıklamalar GKRY’nin Türk Toplumuna yönelik izolasyon yanlısı tutumu kadar hatta daha çok BM misyonunun hedefe konulduğunu görüyoruz. BM’nin ara bölge politikalarının KKTC açısından uzun bir süredir memnuniyetsizlik yarattığını biliyoruz. Bu çerçevede BM ve KKTC’nin karşı karşıya kaldığı ilk kriz de Pile yolu krizi değil. Mesele, BM yasaları ve misyonun çerçevesi belli denilip geçilecek kadar basit de değil. 1964’de 186 nolu kararla “iyi niyet” misyonu çerçevesinde görevlendirilen BM Barış Gücü, Türk tarafını toplum, Rum tarafını siyasi otorite olarak nitelendiren bir karar ile doğuyor. Dolayısıyla niyet edilmiş ya da edilmemiş bir şekilde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu siyasi otoritesini muhatabı olarak almıyor, tam tersi 1963 sonrası oluşan ve Türk Toplumunun hayaletleşmesi üzerine oturan olumsuz statükonun bir aracı haline geliyor. Nitekim BM Barış Gücü’nün süresinin uzatılması ile ilgili kararlar alınırken kimse Türk tarafına fikrini sormuyor. Misyonun Kıbrıs’taki temsilcisinin, BM merkezinin niyeti ne olursa olsun sonuç bu ve bu nedenle de misyon ve misyonun uygulamaları bir süredir Türk tarafınca “adil, eşit mesafeli, tarafsız” bulunmadığı için protesto ediliyor. Çıkan gürültünün belirli riskleri olduğunu söyleyenler de var. Meselenin BM içerisine taşınmasının, BM’nin işleviyle ilgili küresel-bölgesel gündemle birleştirip Türk tarafına yönelik bir baskıya dönüşme ihtimali dillendiriliyor. Eh Türk tarafı AB üyesi olmadığına göre zaten caydırmaya yönelik baskının gösterilebileceği iki hat BM diplomasisi ve Türkiye’ye ulaşarak Pile yolu krizinin muhatapları ne kadar üzdüğünün anlatılması. İki yolun da çok verimli bir biçimde işlemeyeceği kısa sürede anlaşıldı.
Ankara ve BM hattı
Ankara, Kuzey Lefkoşa’nın iradesinin arkasındaki en önemli güç. Ada’daki toplumların varlığının güvenliğini sağlamak Türkiye’nin garantörlük görevi ve bir toplumun kendi iradesi ile ayakta durmasının sadece askeri bir mesele olmadığını Ankara çok net bir biçimde biliyor. Bu nedenle de su, elektrik, yol, sağlık, enerji, hava ve deniz ulaşımı için gerekli altyapının oluşturulmasında KKTC’nin gösterdiği siyasi iradenin tam ve çok yönlü destekçisi. Türkiye-Avrupa ilişkilerinde bir normalleşmenin beklenmesi, Türkiye’nin AB üyelik isteğini tekrarlaması ve AB’nin Türkiye ile ilişkileri yeniden çerçevelemek için bir rapor çalışması içerisine girmesi (ne zaman tamamlarlar Tanrı bilir) bölgede tansiyon-düşürücü adımların atılmasını elbette kolaylaştırıyor ama Türkiye’nin KKTC politikasını değiştirmiyor. Öte yandan BM diplomasisi içerisinde Kıbrıs konusunda ciddi bir adım atılması BM Güvenlik Konseyi daimî üyelerinin konu üzerinde anlaşmasına bağlı -ki Yeni Soğuk Savaş dediğimiz büyük güç mücadelesinin Doğu Akdeniz’e ulaştığı bir ortamda bu tür bir büyük güç uyumunu yakalamak çok zor. Kıbrıs söz konusu olduğunda Rusya ve Batı arasındaki çekişme farklı bir renge de bürünüyor. Bilindiği gibi tarihsel olarak Yunanistan ve GKRY, Rusya’nın yakın dostlarındandır. Bu dostluk; AB üyeliği, AB’nin Kırım’ın ilhakı sonrası Rusya karşıtı bir gündeme kayması ve ABD’nin İsrail üzerinden veya kendi başına GKRY ile “özel dostluk” tesis etme çabası (ki en açık ifadesini GKRY’ne karşı silah ambargosunu kaldırma kararında buluyor. İçinden geçtiğimiz bu dönemde ambargonun kaldırılma kararının 2024 için de uzatıldığı bilgisi haberlere yansıdı) ile son dönemlerde akamete uğradı. Moskova Atina ve Güney Lefkoşa’nın yapmış olduğu stratejik tercihlerden memnun değil. Bu memnuniyetsizliği Kremlin’i radikal bir cezalandırma eylemine sürüklemedi henüz çünkü bana kalırsa Moskova; Atina ve Güney Lefkoşa’yı ABD’ye yüzde yüz kaybettiğini düşünmüyor. Moskova, Yunanistan ve GKRY’ni NATO ve AB’yi bölebilecek- en azından bazı yaptırım kararları ile ilgili geciktirecek- iki aktör olarak görüyor ama tabi Rusya’nın memnuniyetsizliğinin bazı yansımaları olduğunu da biliyoruz. Bu yansımalar, genellikle Kuzey Lefkoşa ve Ankara için olumlu bazı mesajlar içeriyor. Geçen hafta Rusya’nın KKTC’de konsolosluk hizmetleri için bir ofis açma kararı basına yansımıştı ve ortaya çıkan heyecan anlamlı mı anlamsız mı bu tartışılmıştı. Bu hafta Pile yolu krizinde BM personeline karşı şiddet uygulandığı iddiası üzerine Fransa, ABD, İngiltere ve Çin’in KKTC’yi kınama konusunda BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar almasını Rusya veto etti. Dolayısıyla KKTC adına yola devam etmesi için uygun bir konjonktür var. Sonuçtan bağımsız, bu tür kriz noktalarında gösterilen siyasi irade, siyasi kararlılık Türk toplumunun yok sayılmasına karşı gösterilen kararlılıktır, o yüzden süreçte neler olduğu sonuç kadar önemlidir.