2008 Krizinden bu yana hem "piyasa profesyonelleri" hem de akademik iktisatçılar tarafından giderek artan yoğunlukta tartışılan olgu krizlerdir.
2008 Krizinden bu yana hem “piyasa profesyonelleri” hem de akademik iktisatçılar tarafından giderek artan yoğunlukta tartışılan olgu krizlerdir. 1980’lerin başından 2008 krizine kadar gerek “piyasa profesyonellerinin” tamamı gerekse akademik iktisatçıların çoğu için artık iktisadi olaylarda keşfedilmemiş bir şey kalmamıştı, liberal ekonominin düsturları herkes tarafından kabul edilmesi gereken kutsal normlardı, özelleştirme – finansallaşma her ekonomide tartışılmadan kabul edilmesi gereken yapısal reformların temelini oluşturmaktaydı, iktisat bilimi her zaman ve her mekânda geçerli genel kurallara sahipti. Tabii ki, bu söylemlerin arkasında ciddi bir politik bakış açısı vardı: Soğuk Savaş sonrası dünyada ABD’nin küresel imparatorluğunu kuvvetlendirmek ve desteklemek için bu görüşler akademik dünyada baskın hale getirildi. Ancak siz bir görüşü iktisadi hayatın gerçeklerinden bağımsız olarak sıra dışı yöntemlerle – bazen parayla satın alarak bazen de siyasi baskıyla zorlayarak - hâkim kılmaya çalışsanız bile, iktisadi gerçekleri değiştiremezsiniz. Nitekim 2008 Krizi ile bizlere anlatılan masalın sonunun geldiği belli olmuştu. Dünyadaki ekonomik sistem her tarafından dökülüyordu. Yaşamak için eşitsizliğin ve adaletsizliğin artmasına muhtaçtı ama bu da önünde sonunda sistemin çökmesine yol açacaktı.
Bugün ekonomik kriz nedir ve sebepleri nelerdir sorusunu yanıtlamaya çalışacağım. Bu çok çetrefilli bir süreçtir ve takip eden birkaç yazıda da bu konuyu tamamlamaya uğraşacağım. Öncelikle “Kriz nedir?” sorusuna cevap verelim.
EKONOMİK KRİZİN TANIMI
Bir kriz bir bireyi, grubu veya tüm toplumu etkileyen istikrarsız ve tehlikeli bir duruma yol açacak (veya verebilecek) herhangi bir olay veya dönemdir. Krizler, insan veya çevre meselelerinde, özellikle aniden, çok az uyarıyla veya hiç uyarı yapılmadan ortaya çıktıklarında olumsuz değişikliklerdir. Bu anlamda iktisadi krizin en genel tanımı ve belirleyicisi “iktisadi faaliyet düzeyinde sürekli bir küçülmeyi tetikleyen sert bir düşüştür.” İktisadi faaliyet düzeyinin en temel göstergesi ise GSYİH’dır. Yani herhangi bir sebeple üç ayda bir açıklanan GSYİH verisi üç aylık veya yıllık bazda küçülme sergiliyorsa ve buna bağlı olarak bu küçülme süreklilik kazanma eğilimi içindeyse bu durum iktisadi kriz olarak adlandırılır. Örneğin ülkemizin tecrübe ettiği 1994, 2001 ve 2008 krizleri milli gelirdeki küçülmeyle tanımlanır. Yine bu örnekleri göz önüne alırsak şu anda içinde bulunduğumuz iktisadi problemler kriz olarak tanımlanamaz, çünkü yüksek eşitsizlik ve enflasyona rağmen ekonomik küçülme gerçekleşmemiştir.
Marksist iktisatçılar kapitalist ekonomik sistemin uzun dönemli olarak sürdürülebilir olmadığını ve sistemin kaçınılmaz olarak azalan kârlar sebebiyle çökmesinin mukadder olduğunu savunurlar. Marksistlere göre gelir ve servet dağılımında eşitsizlik kapitalist sistemin doğasının gereğidir; ekonomi büyüse de küçülse de eşitsizlik ve sömürü bulunmaktadır. Ancak sistemin bir krize girmesi için aşırı sermaye birikimi ve sonuçta reel kârların düşmesi uzun dönemde temel sebeptir. Bu anlamda Marksist İktisat literatüründe kriz sürecini detaylandıran özel bir “Kriz Teorisi” de bulunmaktadır.
Keynesgil iktisatçıların bakışı, Marksistlerden farklı olarak, uzun döneme değil kısa döneme yoğunlaşmıştır. Onlara göre kısa dönemde Milli Gelirde durgunluk ve küçülmenin sebepleri genelde talep yetersizliğinden kaynaklanır ve aktif devlet müdahalesi olmadan kapitalist sistemin her an krizler yaratabilecek potansiyele sahip olduğu savunulur. Bunun temel sebebi olarak kapitalist bir ekonomide kısa dönemde var olan yaygın belirsizlik, istikrarsızlık ve kitle psikolojisine dayalı irrasyonel yatırımcı davranışı öne çıkarılır.
Egemen iktisat anlayışını temsil eden Klasik ve Neo-Klasik okullara göre ise rekabetçi bir kapitalist sistemin kendiliğinden krize girmesi mümkün değildir. Ya tutarsız ve yanlış politikalar (bütçe açıkları ve popülist para politikaları) ya da ekonomiye dışsal faktörler (salgınlar, doğal afetler veya savaş) sebebiyle ekonomik krizler gerçekleşir. Bu iktisatçılara göre, eğer rekabetçi bir ekonomi oluşturulur ve devlet müdahalesi en aza indirilirse, dışsal etkenler ve şoklar olmadığı müddetçe işsizlik ve enflasyon doğal seviyelerinden ayrılmayacak, ekonomi doğal büyüme oranında büyüyecektir.
O zaman karşımızda bulunan kriz olgusunun tanımlanması için iktisadi görüşlerin tasnifi şu şekilde gerçekleşebilir. Uzun ve kısa vadeye göre kriz tanımları, krizin nedenleri üzerine yapılan tartışmalar, krizlerin çözümleri için gerekli olan politikalar etrafındaki tartışmalar… Ama esas soru başkadır: Krizler kapitalist sistemin doğasından mı kaynaklanır, yoksa kapitalist sistemden bağımsız dışsal etkenler tarafından mı üretilir? Bu yazıda bu soruya cevap vermeye çalışacağım.
KRİZLERİN SEBEBİ KAPİTALİZM MİDİR?
Kapitalist üretim biçiminin “uzun dönemde kendiliğinden istikrarlı ve orantılı bir büyüme sağlayıp sağlayamayacağı” iktisat teorisinin en temel tartışma konusudur. Bütün teorik tartışmaların, farklı politika uygulama ve önerilerinin, sahada siyasi rekabetin dayandığı politik argümanların arkasında aslında bu soruya verilen cevabın niteliği bulunmaktadır. Yukarıda bahsettiğim gibi, Marksist iktisatçılar, Marksist yöntem ve modelin gerektirdiği gibi, daha çok uzun dönemli ve sermaye birikim sürecinin sonucunda gerçekleşecek kâr oranlarında kaçınılmaz bir düşüşe bağlı olan bir krizden bahsetmekteydiler. Öte yandan Keynesgil iktisatçılar ise sermaye birikim süreci gibi uzun dönemli bir süreci ele almadan, kısa vadede yatırımcıların kitle psikolojisiyle hareketine, kapitalist sistemdeki yaygın istikrarsızlık ve belirsizliğe bağlı olarak milli gelirin tam istihdam düzeyinden uzaklaşabileceğine ve müdahale olmadan ekonominin ciddi krizler içine girebileceğine inanmaktaydılar. Her iki okul da, devletin etkin müdahalesi olmazsa, kapitalist sistemin doğası gereği ekonominin kısa ve/veya uzun dönemde krizlere girme ihtimalinin yüksek olduğunu söylemekteydiler. Pekiyi egemen iktisat okullarına mensup iktisatçılar hangi sâiklerle kapitalist sistemin kendiliğinden krizlere sebep olmayacağını, krizlerin ancak ve ancak yanlış politika uygulamaları ve dışsal şoklarla gerçekleşeceğine inanıyorlardı? Bunun için iktisadın şafağına gitmek gerekir.
Adam Smith’in The Wealth of Nations / Milletlerin Serveti’ni yayınladığı 1776 yılından David Ricardo’nun Principles / İlkeler’ini yayınladığı 1817 yılana kadar dünya ekonomisine baktığımızda iktisadi faaliyetin (ilk kapitalistleşen ülkelerde bile) yüzde 60-70 oranında tarımsal üretime dayandığını görmekteyiz. Tarım ekonomisinin ağırlıklı olduğu dönemi 1870-80’lere kadar uzatabiliriz. Egemen iktisat anlayışının ana okulları olan Klasik ve Neo-Klasik iktisat okullarının geçerli olduğu bu dönemde bugün bildiğimiz anlamda makineleşmiş, sermaye yoğun bir ekonomi, şehirli nüfusun yoğun olduğu bir toplum ve bütün millete yaygın bir milli eğitim sistemi henüz yoktu. Ekonomide fiyatlar genelde tarım ürünlerinin fiyatlarıydı ve bunlar tarım ürünü pazarlarında günlük olarak belirleniyordu. Bugün bizim Neo Klasik okul olarak bildiğimiz iktisat okulunun tam rekabete ağırlıklı vurgu yapması, fiyatların piyasada arz ve talebe hemen intibak ettiğini varsayması, aslında, içinde bulundukları iktisadi yapıyı açıklama ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden Smith’i, Ricardo’yu, Mill’i ve Walras’ı gereksiz yere eleştirmek büyük bir hata olur. Aynı şekilde dünya ekonomisinin makineleştiği, sanayi ve yüksek teknoloji üretiminin tarım üretiminin çok üstüne çıktığı, insanların büyük yoğunlukla şehirlerde yaşadığı bu dönemde, fiyatların ve ücretlerin günlük olarak piyasalarda değil ama siyasi ve sınıfsal güç ilişkileri ile belirlendiği bir çağda tarım ekonomisi şartlarını varsayarak liberal ekonomi politikalarını savunmak daha da büyük bir hatadır. Buna ek olarak, bugünkü dünyada, küreselleşme olgusu dünya çapında gelir ve servet eşitsizliğini arttırmış, üretimde verimlilik ve üretkenlik insanlık tarihinin en yüksek düzeyine çıkmışken yine dünyadaki gelir ve servet dağılımının bu kadar dengesiz ve eşitliksiz olması düşündürücüdür. Finans kapitalin, dev sanayi kartellerinin sahip olduğu ulusal ve küresel tekel gücünün, sürekli daha fazla kâr ve daha fazla sermaye birikimi yapamadan devam edemeyecek bir iktisadi düzenin varlığının tartışılmadan 19’uncu asrın tarım ekonomisi şartlarını anlatan modellere dayanarak ekonomi politikalarının üretilmesi bu sorunları daha da arttırmaktadır.
“Hocam, eğer bu dediğiniz doğruysa, bütün dünyada sürekli krizin olması gerekir! Çünkü bütün dünyada eşitsizlik ve adaletsizlik var!” derseniz cevabım şudur: Neo-liberal iktisat anlayışının bugünkü çağdaş kapitalist üretim sistemini gerçekçi olarak tanımlayamaması elimizde veridir. Aynı zamanda bilgiyi üreten akademinin, haberi enformasyona dönüştüren medyanın egemen sistemin bir avuç sahibinin çıkarları doğrultusunda çalıştığı da hepimizin malumudur. Ancak krizler için bahsettiğimiz istikrarsız ve eşitliksiz ekonomik yapı sadece temelleri oluşturmaktadır. Bir krizin çıkması ve bunun uluslararasında yayılması için birçok farklı sebep olabilir, bunlar içerisinde yanlış ve popülist politikalar da bulunmaktadır. Ama krizin çözülebilmesi için önerilen politikaların olmayan bir ekonomik yapıyı varsayması politikaların başarısını tesadüfi hale getirmektedir.
Sonuç olarak şu tespiti yapalım: Kapitalist üretim sistemi krizlerden beslenen ve krizleri doğuran bir sistemdir. Doğası gereği, kısa dönemde belirsizlik ve istikrarsızlık uzun dönemde gelir ve servet dağılımda eşitsizlik yaratır. Krizlerin çözümü ise doğru yönde devlet müdahalesine muhtaçtır.
Buradan devam edeceğiz…