Washington gözlemlerine herkesin merak ettiği soruyla başlayalım: Seçim öncesi, seçim sonrası atmosfer nasıldı?
Dış dünyaya farklı şekilde, bir olağanüstülük beklentisi ile yansıdığını biliyorum, bazı tedbirlerin alındığını da sosyal medyaya yansıyan fotoğraflardan görüyorduk. Ama atmosferde bir gerginlik, dahası çok büyük bir şaşkınlık olduğunu da söyleyemem. Ki bu başlı başlına şaşırtıcıydı zira seçimlerden önce en sık kullanılan tema, bölünmüş bir ulusun kutuplaşan bir seçim atmosferinde bir tür iç savaşa doğru gittiğiydi. Seçim kampanyalarının sertliğini hepimiz hatırlayacağız, açıkçası bulunduğum yerde, Washington’da sıradan halk adaylardan ve parti elitlerinden daha kibar bir ton benimsemişlerdi ama politikleşme, esprilerde ve günlük konuşmalarda kendini belli ediyordu. Nitekim seçimlere katılım oranı son derece yüksekti, gençler büyük oranda oy kullandı.
Kamuoyu araştırmaları yanıldı, peki halk ne alemdeydi?
Bahsettiğimiz şaşırtıcılık, politizasyonun sandığa yansıması değil elbette ki; seçimlerden bir gün öncesinde bile halk, elit, akademisyen kime sorarsanız, seçim sonuçlarının tahmin edilemez olduğunu, çok yakın bir seçim rekabeti olduğunu söylüyordu. Washington DC ve Virginia nadir “mavi” kalan yerlerden ve belki de bu yüzden seçmenin nabzını tutmaya çalıştığımızda daha eşit bir yarış görüntüsü aldık. Bu eylül ziyaret etme şansı bulduğum şu anda Trumpist muhafazakarlığın kalesi olarak görebileceğimiz Florida’da insanlar Trump seçilsin diye dua ediyorlardı ve temel sebepleri ekonomiydi. Yine de daha iki ay önce, Trump için adeta adak adayanlar bile daha keskin bir yarış olacağını düşünüyorlardı. Yarış keskin filan olmadı. Üstelik Trump, bu seçimi Trump olarak kazandı. Haritayı neredeyse tamamen kırmızıya döndürdü, Arizona’daki zaferi de kesinleşti ve 7 salıncak eyaleti kazanmayı başardı, Kongre’yi Cumhuriyetçi Parti’nin denetimine soktu dolayısıyla atamaların ve anlaşmaların onaylanması ve bütçe konusundaki engelleri de önünden kaldırdı. Amerikan halkı çok açık bir biçimde Trump’ın Amerika’yı yeniden en güçlü, en büyük, en zengin yapma; anlamsız savaşları bitirme çağrısına destek verdi. Liberal değerlerin, liberal büyük sermayenin halk için biçtiği özgürlükçü ama iş cüzdana geldiğinde daha ılımlı Amerikan rüyası desteklenmedi. Muhafazakar teknoloji devlerinin çizdiği aile yemeklerinin yenildiği ışıl ışıl bolluk, bereketin taştığı, neredeyse mutlak güvenliğin koruduğu Amerikan masasının hayali seçmen tarafından satın alındı. Ve seçimlerden sonra herkes birer birer sonuçların şaşırtıcı olmadığını açıklayıverdi. Sokağın nabzını tutmak bu kadar kolaysa, neden kamuoyu yoklamaları ve aslında kamu bunu söylemekte bu kadar zorlandı, bu konu kesinlikle araştırmaya değer. Bugün halk onayladığı için, böyle bir güçle onayladığı için Trump’ı desteklediğini söylemekten utanmayan ve Trump’tan olumlu şeyler bekleyen bir kitle görüyoruz. Bu kitlenin seçim öncesi daha görünmez olmayı tercih ettiğini de şimdi daha net anlıyoruz. Ayrıca, bugün ABD’nin kutuplaştığını söylemek daha zor, açık ve birleştirici bir galibiyetin Cumhuriyetçiler lehine görünür olmasına Amerikan halkı izin verdi. Böylece zirvesi 6 Ocak Kongre baskını olan iç savaş ortamı bir anda unutuldu. Bu bir yandan 6 Ocak’ın yükünü siyasi olarak omuzlarında taşıyan Trump için önemli bir başarı. Ama bir yandan da ABD halkı, normale döndüğünü hissediyor ve Trump’ın anormalliklerini ön plana çıkartarak ya da seçim öncesi atmosferi hatırlayarak bu normalleşme havasını bozmak istemiyor. Sonuçta demokrasi işledi ve ABD halkı için zor zamanlarda güçlü ve zengin olmanın önemli olduğunu gösterdi.
Ortadoğu üzerine bir konferanstan izlenimler
Zor zamanlar çünkü bugünün rekabeti ve çatışmaları basit ideolojik formüllerin ötesinde çözümler gerektiriyor. Bu noktada seçim muhabbetine biraz ara verip, Washington’da katıldığım konferanstan izlenimleri aktarmak istiyorum. Bu izlenimler Biden/Harris hükümetinden neden ümit kesildi sorusuna cevap vermek için de Trump’ın hükümetinden ne beklemeliyiz sorusuna da cevap vermek için uygun bir başlangıç noktası olabilir. Konferans Ortadoğu üzerineydi ve bekleneceği üzere odak noktası İsrail’in başkalarıyla yaptığı savaştı. Şunu ilk önce belirtmek istiyorum ki havada zafer duygusu filan yoktu. İsrail’in duruşunu anlamaya/yansıtmaya/sempati duymaya çalışanlar dahi Tel Aviv’in Gazze’de ve Lübnan’da savaşı sürdürme gücünü kabul etseler bile zaferden çok uzakta olduklarının, bu çatışma silsilesinden bir zafer devşirmenin zor olduğunun farkındalar. Hamas konusunda yanıldıklarını, 7 Ekim öncesi Gazze’yi çeşitli araçlarla kontrol etme konusunda yanıldıklarını ve 7 Ekim sonrası Gazze savaşını bu hale getirerek (çok kan dökerek) hata yaptıklarını kabul ediyorlar. Bu hataların bir kısmının başında Netanyahu hükümetleri olduğu için aslında Netanyahu’nun yanlışları kabul ediliyor. Gelecekte faturanın büyük ihtimalle Netanyahu’ya kesilmesinin zemini de hazırlanıyor. Bu noktadan sonra üç ayrı görüş açısı beliriyor; iyimserler, hiçbir şey olmamış gibi takılanlar ve kötümserler. İyimserler, İsrail’in bir tür zafer kazanma şansının hala olduğunu düşünüyor. Ancak gerçekten zafere inandıkları için değil, iyi düşünmenin bir askeri zorunluluk olduğuna inandıkları için iyimser olduklarını da ekliyorlar. O yüzden İsrail’in zaferi hedef küçültmüş; Hizbullah ve İran’ı, İran’ın yönlendirebileceği direniş eksenini hiç anmadan sadece Hamas’a karşı kazanılan cephelere odaklanıyorlar. Bu arada bir fikir olarak Hamas’ı yenmek gibi bir niyetleri de yok (fikirleri yenmek çooook zor çünkü, ayrıca Hamas’ın fikrinin Filistin direnişi ile bağlantılı hale geldiğini es geçiyorlar), yenmeyi düşündükleri fikri kalbinde taşıyıp eli silah tutanlar. Kısaca iyimserler dahi İsrail’in ancak kolay zaferler kazanabileceğini biliyor. Bunun ötesi, bölgesel bir savaş için İsrail’in çok yaralı olduğu izlenimine kapılıyoruz. Bu nedenle de hiçbir şey olmamış gibi takılanlar ikna gücüne sahip değiller. İsrail’e, DC’deki İsrail lobisine yakın isimler dahi ikna olmuyor, özellikle ABD içinden İsrail’i desteklemek zorunda olanlar söylem üstünlüğünü, ahlaki üstünlüğü kaybettiklerinin altını çiziyorlar. Çatışmaların sürüp gideceğini düşünen kötümserler, kolay zaferin bile çok maliyetli olacağını belirtmek için üç gün boyunca neredeyse konuşulmayan rehineler meselesine değiniyor ve söz orada bitiyor. Konferans seçim gününden bir gün önce sona ermişti. Ve hiç kimse Trump’ın iktidara gelmesi durumunda dahi İsrail adına büyük bir kazanç olacağından emin değildi.
Trump Ortadoğu’ya ne vaat ediyor?
Bu emin olmama halinin birkaç nedeni var elbette. İlki, Trump’ın dış politika ve güvenlik vizyonunun çok çok güçlü Amerikan caydırıcılığına dayandığının bilinmesi. Trump’ın ekibinden isimlerin “güç aracılığıyla caydırıcılık” fikrini vitrinlere çoktan taşıdığını biliyoruz. İsrail zayıflığı ve yaralarıyla güçlü durmak isteyen ABD için bir zafiyet. Trump, Hamas ve Hizbullah’a karşı başarıyla gerçekleşen İsrail operasyonlarını övebilir ama İsrail’in vurulduğu anlarda yara almış İsrail görüntüsü ile yan yana gelmekten hoşlanmayacaktır. Bu duruş, Trump’ın muhtemelen benimseyeceği üç strateji hattının yeni yönetim tarafından savunulmasına engel değil. 1)- Trump, İsrail’in güvenliğini önemseyecek. İsrail belli cezalandırma gücüne sahip, gelecekte kâğıt üzerinde varoluşu ile İran’ı sınırlandırabilecek bir aktör. Zaten bugün tarihinin en güçsüz anlarından birini yaşasa da İran ile kapışma isteği ve gücüne sahip. O zaman İsrail’in güvenliği garanti edilmeli, çünkü ABD’nin askeri görünürlüğünü bölgede azalttığı bir gelecekte hala İsrail’e ihtiyaç duyulacak. 2)-İran sınırlandırılmalı. Bu noktada Trump, ilk başkanlık döneminde benimsediği stratejinin (maksimum baskı) yanlış olduğunu düşünmüyor. İsrail ve/ veya bölge ülkelerinin de katıldığı baskı politikası ile İran’ın sınırlanmaya ikna edilebileceğini/zorlanabileceğini varsayıyor. Bu zorlama/ikna, Netanyahu’nun zihninde İran’da rejim değişikliğini denemeden geçiyor. Trump, bu denemeyi destekleyebilir ama burada Demokrat Parti’nin el yükseltmesi ile Trumpizm arasında ince bir çizgi var. Trump, İran ile savaşmak istemiyor, İran’ı merdivende alt basamakta durmaya ikna etmek istiyor yani İran’a yönelik baskı politikası hatta rejim değişikliği korkusu ideolojik değil, pazarlığın bir parçası. En son pazarlık yapıldığında İran ve ABD birbirini vurmuştu ama bu sefer zaten İsrail ile vuruşan bir İran var, o nedenle belki Tahran pazarlık zeminine daha açık olabilir. 3)- Trump, İsrail’in bölgeye normal bir aktör olarak dönüşünün hala mümkün olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla adı İbrahim Anlaşması olsun olmasın normalleşmeleri destekleyecektir. Bu noktada en büyük engel Netanyahu rejiminin normal görünmemesi. O yüzden kimileri Trump’ın eski dostu Netanyahu’ya “bye bye” diyebileceğini düşünüyor. Yani “devrilme” korkusu sadece İran’a karşı değil, İsrail’e karşı da kullanılabilir. Bu noktada belirleyici olan ABD’nin İran ve İsrail’i nereye kadar sınırlanmaya ikna edebilip edemeyeceği. Kim Trump’ın karşısında direnirse ABD’nin ısırığının tadını alabilir.
Bu tablo Trump’ın neden hem Arap/Müslüman Amerikalılardan hem sağ Yahudilerden oy alabildiğini de açıklıyor. Bugün sahada İsrail için kolay zafer yok ve yaraların sarılması ama Filistin politikasında çok büyük bir değişikliğe gidilmemesi için Trump’ın önerdiği şekilde işi toparlamak gerekiyor. Öte yandan direniş ekseni dişini gösterdi ama bu eksen Arap dünyasında bölünmeye yol açan bir eksen ve bu eksenin elinde Filistin davasını tutmak Arap dünyasının işine gelmiyor. Çatışmalar devam ettikçe, Araplar ve Filistinliler öldükçe kimse Filistin direnişini Direniş Ekseninden ayıramaz. Dolayısıyla Trump yönetiminin gidişatta değişim yaratacağı iddiası Biden yönetiminin pasif katilliğinden sıkılan Arap seçmeni de Trump’ın vizyonunu desteklemeye ikna etmiş. Umutsuz olmak için bir neden yok, pazarlık yapmayı seven pragmatik bir başkan yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Krizlerle sarpa sarılmış bir dünyada yeni başlangıçlar iyidir. Zorluk Ortadoğu’daki çatışma özelinde de diğer çatışmalar özelinde de çok katmalı çatışmalar olması. Aktörleri mobilize edip, meşrulaştırdıkları zeminden “sınırlanma” alanına çekmek kolay olmayacak.