Güzel yaz günlerinde ülkemizin bir senedir içinde bulunduğumuz ve bazen saçmalık derecesine varan siyasi tartışmalardan uzaklaşmak hepimize iyi gelecektir.

Sizlere söz verdiğim gibi bugün büyük sembolist şairimiz Ahmet Haşim’i anlatacağım. Güzel yaz günlerinde ülkemizin bir senedir içinde bulunduğumuz ve bazen saçmalık derecesine varan siyasi tartışmalardan uzaklaşmak hepimize iyi gelecektir. Cumartesi günleri sanat ve pazartesi günleri bilim yazıları yazacağım. Şimdiden hepinize huzur ve dinginlik dolu bir yaz dilerim.

Wikipedia’ya girdim, Ahmet Haşim’in özgeçmişi şöyle:

“Ahmed Haşim, (1887, Bağdat - 4 Haziran 1933, Kadıköy, İstanbul), Fecr-î Âti topluluğu üyesi Türk şair ve yazar.

Bağdat'ta doğdu. Babası yüksek rütbeli bir memur ve Bağdat'ın eski ve bilinen sülâlelerinden biri olan Alûsîzâde sülalesinden Arif Hikmet Bey; annesi ise yine Bağdat'ın ileri gelenlerinden Kahyâzâdeler'in kızı Sara Hanım'dır. Meşhur tefsir alimi Mahmud el Alûsî, Ahmet Haşim'in babasının dedesidir.[1] Babasının Arabistan vilâyetlerindeki memuriyetleri sebebiyle, düzensiz bir ilkokul tahsili gördü. Aynı sebepten dil olarak da sadece Arapça ve Farsça öğrendi. Annesinin ölümü üzerine 12 yaşında babasıyla birlikte İstanbul'a geldi. 1897'de Galatasaray Sultanîsi'ne yatılı olarak kaydoldu. Hâşim'in sanat ve edebiyata ilgisi, Galatasaray Sultanîsi'nde başlar. Haşim 1933'te Kadıköy'deki evindeki yardımcısı Zarife Özgünlü ile evlendi. Evlendikten 18 gün sonra 4 Haziran 1933'te 46 yaşındayken vefat etti. Ahmet Haşim, Eyüp Sultan Camii'nin yanına defnedildi.”

Bağdat doğumlu ve anadili Arapça olan bir şair. Türkçeyi İstanbul’a ve Galatasaray Sultanisine geldiğinde öğrenmiş. İnsan olarak içine kapanık, çok kolay sosyalleşemeyen bir mizaca sahipti. Ancak zamanla, özellikle şöhret sahibi olduğunda, etrafındaki genç şairlerle keskin bir mizah anlayışıyla yaptığı sohbetlerle de bilinirdi. İmparatorluğumuzun son dönem yetişen bütün münevverlerinde olduğu gibi “iki cihan âresinde” kalmış, “ne Doğulu ne Batılı, hem Doğulu hem Batılı” bir kültüre sahipti.

Ahmet Haşim’in şiirlerinden bana yansıyan temel intiba, çevresinde algıladığı renk, ses, koku ve eşyaların tamamını kendi ruhunda yeniden oluşturup şiire öyle konu etmesiydi. Burada hem Divan Şiiri geleneğinin ve onun arkasındaki tasavvufi bakışın, hem de daha sonra dâhil olduğu ve Türkiye’deki en büyük temsilcisi olduğu Sembolizm akımının payı vardır. Pekiyi sembolizm nedir?

Sembolizm Fransa ve Belçika’da 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış şiir ve güzel sanatlarda mutlak gerçekliği sembolik bir dil ve mecâzi imajlarla anlatmayı amaçlayan bir sanat hareketidir. Esas olarak natüralizm ve realizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sembolizm, büyük ölçüde, gerçekliği kaba hatlarıyla temsil etmeye ve alçakgönüllü ile sıradan olanı idealin üzerine yükseltmeye çalışan natüralizme ve gerçekçiliğe, anti-idealist tarzlara karşı bir tepkiydi. Sembolist bir şair için maneviyat, hayal gücü ve rüyalar gerçekliği anlatmak için gerçekliğin kaba hatlarının çizilmesinden daha anlamlı olmaktaydı. Yani bir anlamda kapitalist toplum içinde maddiyata esir olmuş ve ideallerinden kopmuş insanların yeniden ruha, manevi olana ve ideallere dönmesini temsil etmekteydi. Sembolist akımın ilk eserlerini Edgar Allan Poe ve takipçisi Charles Baudelaire vermiş, Stephane Mallarme ve Paul Verlaine estetiğini oluşturmuş ve Jean Moreas da ismini koymuştur. Amerikalı Poe dışında diğerleri hepsi Fransız şairleridir.

Ahmet Haşim ne derece sembolistti? Bunu Göl Saatleri adlı ünlü kitabının önsözü olarak yazdığı “Mukaddime” adlı şiirinden dinleyelim:

MUKADDİME

Seyreyledim eşkâl-i hayâtı

Ben havz-ı hayâlin sularında,

Bir aks-i mülevvendir onunçün

Arzın bana ahcâr ü nebâtı.

Günümüz Türkçesiyle şöyle:

ÖNSÖZ

Seyreyledim hayatın şekillerini

Ben hayal havuzunun kenarında

Cansız bir yansımadır onun için

Yeryüzünün taşları ve otları

Burada kaba gerçekliğin aslında ölü gerçeklik olduğu, gerçekliğin batınında / içinde – özünde hayatın ruha bağlı olduğu, şairin de gerçekliğe tam olarak ulaşabilmek için kendi ruhuna dönmesi ve hayallere bağlanması gerektiğini söyler. Bu aslında bizim Divan Şiirinde de rastlanan bir özelliktir. Ancak Divan Şiiri Klasik şiirdir, belli formlar ve belli konular dışında şiir yazılmaz. Evet, Divan Şiiri soyut bir şiirdir, hayaller, benzetmeler gerçeküstü bir anlatımla iç içe geçer, ama her şair standart mecaz ve benzetmeleri kullanmak zorundadır. Ancak Haşim’de benzetmeler, imajlar standart değildir, hayalleri ile çeşitlenir ve havada uçuşur. Kullandığı formlar da sürekli değişir. Bununla birlikte Aruz Ölçüsünü kullanmada ısrarı dikkat çekicidir.

Şimdi benim çok sevdiğim bir şiirini paylaşacağım:

GELDİN

Bir gün

Akşamın ölgün

Duran o nâmütenâhî ziyâ (sonsuz ışık) denizlerine

Gark olan eşcâr (ağaçlar),

Gark olan ovalar

Oluyorken sükût ü hüzne makar (Oluyorken suskunluk ve hüzne sebep)

Geldin âlâm-ı kalbi (kalbin elemlerini) teskîne

Ey şebâbın hayâl-ı câvîdî, (Ey gençliğin sonsuz hayali)

O melül (hüzünlü) akşamın havâsı kadar

Gelişin bir sükûn-ı sârîdi… (Gelişin hastalıklı bir sessizlikti.)

İlk kısımda Haşim akşamın kızıl tonlarına boyanmış renkleri ile sevgilisine olan özleminin yarattığı hüznü birleştirmektedir. İkinci kısımda ise onu elemlerinden kurtaranın aslında sevgilisi değil, ama gençliğinden beri hayalinde var ettiği hayali sevgilisinin imajı olduğunu belirtir.

Haşim gerçeğin kusurlu doğasına değil ama idealin mükemmel doğasına aşıktır. Gerçeğin kusurlu doğası bile onun muhayyelesinde aşkın bir varlığın görkemli yansımalarına dönüşür. Bunu da Merdiven şiirinde görürüz:

MERDİVEN

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Dikkat edilirse Haşim hep bir kadına, idealize edilmiş hayali bir sevgiliye yazıyor gibidir. Gerçekten de kısa hayatı boyunca kendisi derli toplu bir ilişkiye sahip olmamış, hep yalnız yaşamış bir adamdı. İmparatorluğun çöküşündeki hüzün, şark kültürünün kendini yenileyemeyişinde ki hüzün, kendini her zaman her ortamda bir yabancı gibi hissettiren hüzün onu iç dünyasına kapatmış ve kendi yalnızlığında yeni bir âlem kurmuştur. Ölümünden on sekiz gün önce bakıcısıyla evlenmesi de bu yalnız hayatının bir göstergesidir.

Büyük şairimizin son bir şiirini daha paylaşalım: Ölmek… Şair bu şiirinde hüsran çukuruna düşmek ve ölmek istiyor, hüznünün, melalinin arttığı bir anda. Aynı zamanda bir güzellik âleminde yeniden hayat bulma arzusunu da dile getiriyor. Bu şiir Haşim’in hayal ettiği âleme dair yazdığı bir şiirdir.

ÖLMEK

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrâna…

Titrek

Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk

Dağılırken suhûr-ı üryâna,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Oradan düşmek ölmek istiyorum

Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrâna…

Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan

Alıp sürükleyerek,

O dem ki refref-i hestîye samt olur ka’im

Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde

Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde

O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem

Bir derin sesle “haydi” der uçurum,

O dem,

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden

Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.