BOZKURT 10 Kasım 2024… Dün Kurtarıcı, Kurucu ve Devrimci liderimiz Atatürk’ün ebediyete irtihalinin 86’ıncı senesiydi. Her sene olduğu gibi Atatürk’e duyduğumuz minnet ve saygının hep aynı olduğunu gözlemledik.

 Ama her sene katlanarak artan başka bir duygu daha vardı: Sevgi… Ebediyete doğru akıp giden zaman içinde Türk çocuklarının Atatürk’e duyduğu sevgi katlanarak artıyor. O bunun için bizim Babamızdır. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun…

TEKNİK İLERLEME DEMOKRASİNİN SONUNU MU GETİRECEK?

Bugün birkaç yazı devam edecek bir diziye başlıyorum. İçinde bulunduğumuz kaotik çağda geçmişten gelen değer ve normların hızla yıprandığını, insanların dinlere inancının ve milli aidiyetlerinin zayıfladığını, aile kurumunun yıprandığını, velhasıl toplumları bir arada tutan ortak kimliğin parçalanma sürecinin başladığını temaşa ediyoruz. Böyle zamanlarda insanlar içinde bulundukları sosyal ağ ve toplumlara güvenlerini kaybeder ve belirsizlik artar. “Pekiyi Hocam, bunun sebebi ne?”, diye sorarsanız teknolojik değişim ve etkileri derim. Tabiî ki, bu çok değişkenli ve karmaşık bir süreçtir ancak süreci başlatan ana amil teknik ilerleme ve onun yol açtığı üretim alt yapısındaki değişimdir.

Toplumlar, özellikle 20’nci asırda oluşan demokratik toplumlar, her şeyden çok güvene dayanır. Güven terimiyle, başta bireyin toplumsal sisteme, sonra iş çevresine ve en son da ailesine olan güvenci ve inancını kastediyoruz. Aslında her toplumsal örgütlenme insanların doğada olmayan ama sanki varmış gibi inandıkları kavramlar etrafında bir araya gelip dayanışmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Bu kavramlara örnek olarak adalet, eşitlik, özgürlük, devlet ve hukuk gibi kavramları gösterebiliriz. Bunlar insanları, diğer canlılardan farklı olarak, büyük kitleler halinde birlikte hareket etmesine sebep olan ve insanın iletişim gücüyle orantılı olarak büyüyen kavramlardır. Bir toplumsal sisteme olan güvenç ve inanç kalmayınca, bireylerin arasındaki iletişim kopar, insanların birlikte hareket etme kabiliyeti zayıflar ve bireyler en ilkel dürtüleri ile harekete geçerler: Karnını doyurma, barınma ve güvenlik. İşte, bu yazı dizisinde, içinde bulunduğumuz çağda demokrasileri bir arada tutan “insanların sisteme ve birbirlerine olan güven duygusunun” zayıflaması ve toplumların kaotik süreçlere girişinin sebep ve sonuçlarını anlatacağım. Bu yazıda demokrasilerin zayıflamasına yol açan ana amil olan teknik ilerleme ve sonucunda ortaya çıkan teknolojik gelişmeyi, bunların üretim altyapısı, yaşam tarzı ve siyasi sistem üzerindeki etkilerini ele alacağım.

TEKNOLOJİK PARADİGMA DEĞİŞİMİ

Burada öncelikle bazı tanımları verelim.

Teknolojik Değişim “bir toplumun bilgi havuzundaki değişimin yansıması olarak yeni üretim teknikleri ve yeni ürünlerin icadına” dayanır. Meselâ bugün daha başında olduğumuz nano-teknoloji ve yapay zekâ gibi ürün ve tekniklerin icat edilme süreci.

Teknik İlerleme: “Üretim fonksiyonunda aynı miktarda çıktıyı daha az girdi ve maliyetle, ya da aynı miktarda girdi ve maliyetle daha fazla miktarda veya daha çok çeşitte çıktıyı üretmeyi sağlayan gelişmeye teknik ilerleme adı verilir.” Yani teknik ilerleme teknolojik değişimin üretim sürecine adaptasyonu sürecidir. Bu muhakkak olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçlara da yol açar: Bir firma daha az maliyetle daha çok üretim yapar ve kârlarını arttırırken ve tüketiciler daha ucuz ve bol tüketim yaparken bir kısım insan işsiz kalabilir.

Pekiyi teknolojik değişimin teknik ilerlemeye dönüşme sürecinde kritik olan etken nedir: İnovasyon.

İnovasyon: “Firmaların teknolojik değişimle ortaya çıkan kâr fırsatlarını değerlendirmek için firmanın üretim sürecini ve ürün yelpazesini değiştirmek ve geliştirmek için yaptığı yatırım harcamalarına verilen addır.” Firmaların üretim sürecini değiştirmek için son teknoloji makineler alması ve onların birlikte çalışma düzeneklerini yenilemesi süreç inovasyonu, teknolojik değişimi ürünlerin çeşitlenmesi ve farklılaşması yönünde kullanarak ürünleri yenilemesine de ürün inovasyonu adı verilir.

Her teknoloji değişimi firmalar için teknik ilerlemeyi getirirken toplumlar için teknolojik paradigma değişimini getirir. Bir Teknolojik Paradigma “bir ekonomide (veya dünya ekonomisinde) genelde kullanılan üretim teknolojisi ve onunla paralel ortaya çıkan ürünleri içeren bir teknik ilişkiler ağıdır.” Teknolojik değişim, teknik ilerleme ve bunların sonunda farklı sektör ve firmalarda ortaya çıkan yeni üretim süreçleri ve yeni ürünler, ekonomi ölçeğinde yeni bir teknoloji paradigmasını oluşturur. Her teknoloji paradigmasında ana lokomotif sanayiler yeni üretim teknolojisini kullanan ve yüksek büyüme potansiyeli olan sektörlerdir. Yine her teknoloji paradigmasında öne çıkan ürünler olur, bu ürünler yeni teknoloji paradigmasının sebep olduğu yeni tüketim tarzını yansıtırlar. Her paradigma da temel enerji kaynağı ve temel ara girdi de vardır. Pekiyi bir teknoloji paradigmasında sadece yeni sektörler ve teknolojiler mi vardır? Hayır. Bir önceki teknoloji paradigmasının temel sektörleri varlığını kuvvetle devam ettirir, belki onlarda da üretim teknolojisinde ve ürün çeşitliliğinde yenilikler olabilir. Dolayısıyla önceki teknoloji paradigmalarından kalan sektörler varlıklarını önemleri azalarak da olsa devam ettirirler. Bu ilişki mevcut teknoloji paradigmasıyla bir önceki arasında ciddi bir karşılıklı etkileşim olduğunu gösterir.

İktisatçıların çoğu bugün içinde bulunduğumuz ve sonuna gelmekte olan teknoloji paradigmasını Dijital Teknoloji olarak tanımlamaktadırlar. Bir önceki ise Mekanik Teknoloji olarak adlandırılır. Bir teknoloji paradigmasının başlangıcı ve sonu için net bir tarih vermek zordur ama 1970’lerde Mekanik Teknoloji Sonlanırken Dijital Teknoloji gelişmeye başlamıştır. Dijital Teknolojinin bütün gücüyle öne çıktığı yıllar 1990’lardır ve 2000’lerle birlikte hâkim hale gelmiştir. Dijital Teknoloji’nin 2020’lerde sonlanması ve yeni bir teknolojik paradigmaya geçilmesi beklenmektedir. Bugün dijital teknolojinin son ürünü yapay zekâ bir sonraki teknoloji paradigmasının ana girdisi ve (muhtemelen) ana üretim teknolojisi de nano-teknoloji olacaktır. Ama bilelim ki, biz kâhin değiliz. Sadece ihtimallerden bahsedebiliriz.

Yani özetle şu anda bizler iki farklı teknoloji paradigması arasındaki geçiş döneminde yaşıyoruz. Bu değişimin yumuşak ve can yakmadan gerçekleşmesi kadar sert ve can alıcı bir şekilde gerçekleşmesi de mümkündür. Benim kanaatim, şu anda ikinci ihtimalin daha ağır bastığıdır. Bunun toplumsal ve siyasi sonuçlarını da demokrasilerin sarsılması, ortak değerlerin ortadan kalkması ve milli aidiyetin zayıflaması ile görmekteyiz.    

DEĞİŞİMİ YÖNETEBİLDİK Mİ?

Her teknolojik değişim sürecinin ilk önce yeni ürünler, yeni pazarlar ve yeni iş imkânları ile birlikte mutluluk getireceği düşünülür. Nitekim öyle de olur. Ancak süreç sadece teknolojik değişimle kalmaz, teknolojik değişim iktisadi altyapının üretim tarzının değişmesine, o da sosyal üstyapı ve tüketim kalıplarının değişmesine yol açar. En sonunda da siyasi yapı değişimi gelir. Eğer ülkeler ve milletler bu değişime hazırlıklı olarak değişim sürecini sağlıklı yönetirlerse ortaya çıkabilecek sorunlar en aza indirilebilir.

İçinde bulunduğumuz dijital teknolojinin en olumlu etkileri enformasyon akışının sınırsız hıza çıkması, bilginin çok geniş kitlelere ulaşabilmesi, paranın küresel ekonomide dolaşım hızının neredeyse sınırsız olmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak sermaye daha çok bilişim hizmetleri ve finansal hizmetlerde yoğunlaşmıştır. Bu iktisadi alt yapı değişiminin bir başka sonucu da Küreselleşmedir. Özellikle 2010 yılı ve sonrasında dünya ekonomisi büyük ölçüde entegre olmuş, ülkeler ucuz ve bol dış sermaye imkânına kavuşmuşlardır. Bu da normal şartlarda sağlanamayacak bir refah artışı anlamına gelir. Öte yanda Küreselleşmenin çok olumsuz etkileri de olmuştur. Ülkeler arası ve ülkelerin içinde gelir ve servet eşitsizliği artmış, dünya ekonomisi büyük oranda büyük küresel firmaların güdümüne girmiş, milli devletlerin kendi ekonomileri üzerinde belirleyici gücü zayıflamış, özellikle gelişmekte olan ülkelerde dış sermaye hareketlerine bağımlılık artmış, bir küresel parlamento olması gereken BM, ABD ve hempalarının emperyalist emellerinin temsilcisi olmuş, fakir ülkeler açlık, salgın hastalık ve iç savaşlarla mahvolmuş, milyonlarca mülteci zengin gelişmiş ülkelere akın etmiştir. Maalesef, özellikle Batının gelişmiş ülkelerinde bu yıkıcı değişimi toplumların menfaatine yönetebilecek siyasetler gelişmemiştir. Parti ve devlet yapıları hala daha 20’nci yüzyıldaki hallerini korumaktadırlar. Eğer bir değişim olmuşsa, bu da olumsuz yönde olmuştur. Teknolojinin getirdiği işsizliğe, mültecilerin yarattığı iktisadi ve toplumsal sorunlara bu tefessüh etmiş yapı halkı tatmin edecek çözümler üretememiştir. Gelişmekte olan ülkelerde ve eski Sovyet bloku ülkelerinde milli devleti ve milli kimliği korumak öne çıkmış, literatürde geçen tabiriyle “illiberal / özgürlükçü olmayan demokrasilere” dönüşmüşlerdir. Gelişmiş ülkelerde ise ırkçı ve dinci popülist siyaset hızla yükselmektedir.

Görünen o ki, bugün gelişmiş Batı ülkelerinde demokrasinin klasik şekli olan sınıflara dayalı siyaset zayıflamakta ve kimlik siyaseti öne çıkmaktadır. Bu Türkiye için de geçerlidir. Kimlik siyasetinin en ölümcül tarafı bir milleti ortak değerlerinden kopararak birbirine düşman topluluklar / cemaatler haline getirmesidir. Bu ise hem milli aidiyeti zayıflatacak hem de milli devletleri temellerinden sarsacaktır. Yaşanan bu sorunlara yeterli çözüm üretilememesi toplumsal sisteme olan güveni sarsıp popülist sağ partilere uygun ortam oluşturmaktadır.

Bir sonraki yazım dünyada ve Türkiye’de solun başarısızlığı üzerine olacaktır.