Son dönemde genelde medyada “aşırı sağ” ya da “uç sağ” olarak tabir edilen benim “popülist sağ” dediğim bir siyasi akım Avrupa ve Amerika’da güçlenmekte.

 İşin enteresan tarafı, bu partiler, eskiden sol partilerin seçmen havuzunda yer alan kitlelerden oy almaktadır. Geçen yazıda sol siyasetin neden başarısız olduğunu anlatmaya çalıştım. Sol partilerin doktrinleri ve teşkilatları “eski sol” diye tabir edilen klasik sol siyasetten farklılaşmıştı. Aslında değişen teknoloji ve buna bağlı olarak kabuk değiştiren üretim yapısı, dünyayı her geçen yıl daha hızlı saran küreselleşme dalgasının etkileriyle birlikte hem sağ hem de sol siyasetin doktrinlerini gözden geçirmesi gerekirdi. Maalesef bu yapılmadı.

Bugün dünya siyasetine yön veren ana temalar Küreselleşmenin doğurduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bugünün sağ ve sol ayrımları Küreselcilik – Millicilik ekseninde yer alıyor. Geçen yazıda bahsettiğim gibi, kendi doktrinini kaybeden ve teşkilatının kaynağı olan emekçilerle bağları kopan sol siyaset (Avrupa’daki Sosyal Demokrat, Yeşiller gibi yeni sol partiler) bugün sisteme muhalif konumda değil, aksine sistemin ana partileri olmak durumundadır. Yani Harris ve benzeri siyasetçiler sömürüye karşı değil aksine sömürüyü besleyen bir siyasi cephe oluşturmuşlardır. Bu yüzden öncelikle “Küreselleşme nedir?” sorusunu cevaplandıralım, sonra sol siyasetin boşalttığı muhalefet koltuğunu dolduran popülist sağı bu bağlamda değerlendirelim.

KÜRESELLEŞME NEDİR?

Küreselleşmenin ideal tanımı “dünyadaki bütün ülkeler arasında, devletlerin arasında resmi bir anlaşma olmadan, kendiliğinden oluşan ve bütün mal ve hizmetlerin serbest ticareti ile ülkeler arası bütün enformasyon, sermaye ve emek hareketlerinin tam serbestliğinin gerçekleştiği küresel ortak pazar” olarak verilebilir. Buradaki önemli nokta küreselleşmenin devletlerin arasında resmi bir anlaşma olmadan kendiliğinden gerçekleşmesidir. Küreselleşmenin oluşmasına neden olan birçok etken vardır ancak ben iktisadi açıdan en önemli etkenin teknolojik değişim ve teknik ilerleme olduğunu düşünüyorum.    

Yukarıdaki tanım küreselleşmenin ideal tanımı dendi, pekiyi güncel tanımı nedir? Hemen yapalım: Güncel hayatta gerçekleştiği şekilde Küreselleşme “dünyadaki gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında, devletlerin arasında resmi bir anlaşma olmadan kendiliğinden oluşan, sermaye ve teknoloji yoğun mallar ve hizmetlerin serbest ticareti ile ülkelerarası enformasyon ve sermaye hareketlerinin tam serbestliğinin gerçekleştiği küresel ortak pazar” olarak tanımlanabilir. Bu haliyle dünyada başta tarım ürünleri olmak üzere emek yoğun ve düşük teknolojili malların ticareti sınırlandırılmakta, yine emek hareketleri de sıkı kontrol altında tutulmaktadır. Aslında, bu anlamda, gerçekleşen Küreselleşme sürecinde az gelişmiş ve fakir ülkeler oyun dışında tutulmaktadır.

Küreselleşmenin süreç içindeki aktörlere sağladığı önemli imkânlar vardır. Bununla birlikte sebep olduğu çok ciddi problemler de bulunmaktadır. Aşağıda problemlere değiniyorum.

KÜRESELLEŞMENİN YARATTIĞI PROBLEMLER

Bu problemleri uzun uzun anlatmayacağım çünkü her biri ayrı bir makale konusu olur. Bu yüzden sadece özetleyeceğim.

  • Küreselleşme sürecinde, özellikle – doğal kaynak ihracatçısı olmayan- gelişmekte olan ülkelerin dış finansal hareketlere artan bağımlılığı.
  • Milli devletlerin para ve maliye politikalarının etkinliğinin azalması
  • Finansal piyasalarda artan volatilite ve belirsizlik
  • Hem ülkeler arasında hem de ülke içinde artan gelir ve servet eşitsizliği
  • Fakir ülkelerden gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelere artan kayıt dışı göç
  • Aile değerlerinin ve milletleri bir arada tutan aidiyet duygusunun zayıflaması

KÜRESELLEŞMEYE TEPKİ OLARAK DOĞAN POPÜLİST SAĞ

Her şeyden önce, 20’inci yüzyıldan kalma yerleşik siyasi yapının sağ kanadı, içinde bulunduğu toplumun en seçkin zümreleri arasından, onların tercih ve çıkarlarını seslendirmek amacıyla oluşturulmuştu. Almanya’da Hristiyan Demokratlar, İngiltere’de Muhafazakârlar, Fransa’da Cumhuriyetçiler gibi önemli siyasi partilerden oluşmaktaydı. Bu siyasi partilerin alt gelir grupları ve ayak takımının oylarına talip olduğu ve onları elde etmek için popülist politikalar uyguladığı görülmemiştir. Bunlar daha çok sol siyasete özgü özelliklerdi. O yüzden popülist sağ siyasetin ismindeki “sağ” sözcüğünden başka klasik sağ partilerle benzerliği yoktur.

Klasik sağ Batı demokrasilerinde “yerleşik düzenin” ve onu kuran zümrelerin temsilcisi iken bugün “woke kültürünün” ve Küreselleşmenin hâkim olduğu paradigmada Batı ülkelerinde “henüz yerleşememiş” düzenin ve onun hâkim zümrelerinin temsilcisi geçen yazıda bahsettiğim “Üçüncü Yolcular” veya kendilerine verdikleri isimle “liberal solculardır”. Biz bunları ülkemizde “yetmez ama evetçiler” veya “yes be annemciler” olarak biliriz. Küreselleşmenin yarattığı artan belirsizlik, para akımlarının girdiği ülkeyi abat çıktığı ülkeyi berbat eden yapısı, bütün dünyada artan borç yükü, milli devletlerin güçten düşmesi ve ekonomilere yeterince müdahale edebilecek güçlerinin kalmaması, sınırlandırılan uluslararası emek hareketliliğinin kaçak emek hareketlerine ve fakir ülkelerden sökün eden kaçak insan yığınlarına yol açması, büyüyen suç ekonomisi ve benzeri etkenlerin hepsi ülkelerin içinde geleneksel kitleleri bir çözüm arayışına itmişti. Emperyalizme karşı, işsizlik ve emek sömürüsüyle mücadele eden bir solun olmadığı durumda sağdan alınan bazı kavramlar üzerine popülist söylemlerle halkı cezbeden “popülist sağ” hareketlerin gelişmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden popülist sağ siyaset artan eşitsizlik ve işçi sınıfının fakirleşmesine duyulan tepkinin amorf bir sonucudur.       

POPÜLİST SAĞDA LİDERLİK

Popülist sağ hareketlerin her biri “karizmatik liderler” üreten kurumlardır. Her şeyden önce, bu liderler, kendilerini halkın (yani alt gelir grubu emekçi sınıflar olan proletarya ve ayak takımı anlamında lümpen proletaryanın) içinden çıkmış, halkın temsilcisi olarak tanımlarlar. Onların tanımıyla halk yani “proletarya ve lümpen proletarya” gerçeği, doğruyu ve iyiyi temsil ederken, yerleşik düzenin temsilcisi olarak ilan ettikleri elitler (buna ülkemizde monşerler, laikler veya Beyaz Türkler diyorlar) gerçek olmayanı, yanlışı ve kötüyü temsil ederler. Lider (buna bazen komutan, bazen şef bazen de reis gibi lakaplar takılır) informal (bazen argoya kaçan) konuşma tarzı, yerleşik kültürün kaba ve bayağı olarak gördüğü günlük tavırları ile geniş halk yığınlarını tavlar. Onları her türlü kötülüğün ve musibetin temsilcisi olarak gösterdiği elitlere ve yerleşik düzene karşı kışkırtır. Mücadelenin sonunda onlara (borçlanma imkânları ile) ucuz tüketim ve (kaçak yapılarına ruhsat vermek gibi kanun dışı yöntemlerle) hızlı servet biriktirmeden oluşan bir lümpen Cenneti vaat eder. Karşısında bir liderliği olmayan ama popülist liderin tanımladığı elitlere birebir uyan siyasi tercihleri ile Üçüncü Yolcular vardır. Sonuç kaçınılmaz olarak popülist sağ iktidardır.       

POPÜLİST SAĞDA TEŞKİLAT

Popülist sağ partilerin teşkilatları yerel hemşehri dernekleri, dini inanç grupları, küçük esnaf ve yerel üretici birlikleri gibi Küreselleşmeden zarar gören toplumsal grupların örgütlerine dayanır. Bunlar arasında çıkar çatışması ancak iktidara geldikten sonra ortaya çıkar. İktidara gelene kadar onları bir arada tutan yerleşik düzene ve onun temsilcisi elitlere duyulan nefrettir. Yani idealler ve düşünceler etrafında değil, şehirli burjuva kültürüne duyulan kin etrafında bir araya gelen bir güruhtan bahsediyoruz.   

POPÜLİST SAĞDA DOKTRİN

Yukarıda bahsedilen liderlik ve teşkilat yapısını okuyunca popülist sağın bir ideale dayanan düşünce sisteminin olmadığını anlarsınız. Nitekim yoktur. Popülist sağın seçmeni de, siyasetçileri de “ne pahasına olursa olsun” iktidara gelmeyi amaçlarlar. Bunu elde edebilmek için her türlü politikayı savunabilirler. Bu yüzden her ülkede popülist sağ, o ülkenin alt sınıflarının talepleri doğrultusunda şekillenir, ülkeden ülkeye de çok farklı görünümler alabilir. Milei gibi ultra-liberal de olabilir, Orban gibi müdahaleci devletçi de… Ancak hepsinin ortak olduğu nokta, neye karşı olduklarında saklıdır: Birinci ortaklıkları göçmen karşıtlığıdır. İkinci ortaklıkları “woke kültürünün” sonucunda gelişen marjinal yaşam tarzlarına karşı olmalarıdır. Üçüncü ortaklıkları çevreci duyarlılıkla üretimi ve enerji tüketimini kısmaya yönelik yaklaşımlara karşı olmalarıdır. Yani karşımızda elle tutulur bir doktrinleri yoktur. Demokrasiden anladıkları da “sadece kendilerinin halkın iradesini temsil ettikleri, diğerlerinin halk düşmanı olduğu ve ne pahasına olursa olsun iktidara gelmeleri gerektiğidir.” İktidar olunca da “ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak” temel amaç olur.

POPÜLİST SAĞ SİYASET GEÇİCİ Mİ, KALICI MI?

Günü birlik politikalarla, halkın korkusunu ve sınıf atlama hevesini sömüren sloganlarla, borçlanma ekonomisi ve milli servet yağmasıyla ancak geçici bir iktidar oluşturursunuz. Hele bir de doktrininiz yoksa, siyasi iktidarın kalıcılığı da çok şüpheli hale gelir. Bu yüzden “popülist sağ” iktidarlar iktidarı ele geçirdikten sonra iktidarlarının kalıcılığını sağlamak için otoriterleşme eğilimlerine girerler. Bunu halka kabul ettirirlerse, popülist sağ iktidar özgürlükçü olmayan ve otoriter bir rejim tesis eder. Halka kabul ettiremezlerse silinir giderler, çoğu mahkemede hüküm giyer, (Berlusconi gibi).

Yeni bir üretim teknolojisi yeni bir toplum demektir. Yeni bir toplum da yeni siyaset ihtiyacını gösterir. Sağlam ve halkın ihtiyaçlarına kalıcı çözümler öneren bir doktrini, güçlü ve halka ulaşan bir teşkilatı ve demokrat bir liderliği olan bir siyasi hareket gelişirse, popülist sağ dönemi de kapanır. Tersi durumda bütün Avrupa’da az ya da çok otoriter ve özgürlükçü olmayan rejimlerin kurulması işten bile değildir.