Son üç yazım teknolojik paradigma değişimi ve küreselleşmenin demokrasiler üzerindeki etkisini anlattım. Bu konuya devam edeceğim. Ancak teknolojik değişimin bir toplumsal süreç olarak nasıl tanımlandığını anlatmam gerekir.
Bununla birlikte niye bazı toplumların teknoloji geliştirebilirken diğer toplumların sadece bunu kendilerine uyarladığını ya da niye uyarlayamadıklarını da anlatmak gerekir. Bugünkü yazımda bu sorulara cevap vermek niyetindeyim.
TEKNOLOJİK DEĞİŞİM VE BÜYÜME ARASINDAKİ İLİŞKİ
Doğası gereği teknoloji geri gitmez. Çünkü bilgi yıpranmayan bir stoktur ve geçmişte elde edilen bilgi ve deneyimler ileriki kuşaklara aktarılır. Ancak ve ancak mevcut insan uygarlığı “Nuh Tufanı” benzeri bir doğal afetle yıkılırsa her şey sil baştan inşa edilmek zorunda kalır.
Teknolojik değişim bir toplumun üretim ve tüketim yapısına doğrudan etki eden bilgi havuzunun gözle görülür ölçüde değişmesini gösterir. Bilgi havuzunun değişmesi icat ve keşiflerle gerçekleşir. İcat doğada daha önce bulunmayan bir ürün, teknik veya yöntemin bulunması anlamına gelir. Örneğin bilgisayarların icadı… Keşif ise doğada bulunan ama insanlar tarafından bilinmeyen bir şeyin ortaya çıkarılmasıdır. Amerika kıtasının veya elektriğin keşfi gibi… Teknolojik değişim süreci eskiden üniversiteler ve araştırmacıların etkili olduğu bir süreç olarak düşünülürken bugün teknolojik değişim üniversiteler kadar, hatta daha fazla, büyük firmalar tarafından yönlendirilmektedir. Bu firmalar, özellikle teknolojik paradigma değişimi dönemlerinde, bütün kaynaklarını yeni teknolojili sektörlere aktaran büyük küresel firmalardır.
Teknik ilerleme ise teknolojik değişimin özelde firmanın ve genelde ekonominin üretim kapasitesinde artış sebep olması anlamına gelir. Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse, teknik ilerleme “aynı sayıda girdi ile daha çok ürün üretebilmek” ya da “aynı miktarda ürünü daha az girdi ile üretebilmek” anlamına gelir. Bu da “icat” ve “keşifle” ortaya çıkan yeni ürün ve tekniklerin pazarlanabilir veya üretim sürecinde kullanılabilir hale getirilmesi ile olur. Buna da “inovasyon” adı verilmektedir. Teknik ilerleme bağlamında iki farklı inovasyon bulunur: Üretim tekniğinde değişim anlamında “süreç inovasyonu” ve ürünün niteliğindeki değişim anlamında “ürün inovasyonu. İnovasyonun teknik ilerlemeye yol açması için firmanın girişim kapasitesi ve toplumun girişim kültürünün yüksek olması gerekir. Çünkü inovasyon firmaların “fırsat ve tehditleri” hesap ederek icat ve keşiflere yaptıkları yatırımdır.
Bir firmanın inovasyon yapması veya sadece bir sektörde inovasyonun gerçekleşmesi ülkenin iktisadi büyümesini çok etkilemez. Bunun gerçekleşmesi için teknik ilerlemenin önce diğer sektörlere daha sonra da bütün ekonomiye yayılması gerekir. Buna teknolojik değişimin yayılımı (diffusion of tecnological change) adı verilir.
Bir ekonominin güncel büyümesi o ekonomi içindeki harcamaların büyümesi ile doğru orantılıdır. Ancak, iktisat biliminde büyüme ile kastedilen “bir ekonominin üretim kapasitesindeki” artıştır. Bu anlamda her türlü sermaye stoku hacmi, istihdam edilebilir işgücü hacmi, üretimde kullanılan bilgi (beşeri sermaye stoku) hacmi ve sermaye ve emeğin üretkenlik düzeyleri üretim kapasitesini belirler. Üretim kapasitesindeki artış da her çeşit sermaye ve işgücünün artış hızı, işgücü verimlilik artış hızı, teknik ilerleme hızına bağlıdır.
Belli bir üretim teknolojisi altında her ekonominin bir doğal büyüme hızı vardır. Bu doğal büyüme hızı nüfus artış hızı, amortisman oranı, teknik ilerleme hızı ve işgücünün verimlilik artış hızına bağlıdır. Bir ekonominin uzun dönemde daha hızlı büyümesini istiyorsak bu dört oranın artması gerekir. Ancak amortisman oranı ve nüfus artış hızını arttırarak doğal büyüme hızını arttırmak, kişi başı gelirin düşmesine, yani fakirleştiren büyümeye yol açacaktır. Hem kişi başı gelirin hem de doğal büyüme hızının artması için teknik ilerleme hızı ve işgücünün verimlilik artış oranının artması gerekir.
İşte bu anlattığım sebeplerden, fakirleştiren ve istikrarsız büyüme yerine zenginleştiren ve istikrarlı bir büyüme için icatlar ve keşifler yolu ile teknolojik değişim, inovasyon yolu teknik ilerleme ve bunun ekonomiye yayılmasına ihtiyaç vardır. Bu işi doğru yapan ülkeler on yıllar içinde diğer ülkelerle aralarındaki farkı açmışlardır. Pekiyi “bu işi nasıl doğru yaparız?” İşte 10 milyon dolarlık uzman sorusu…
TOPLUMSAL SÜREÇ OLARAK TEKNOLOJİK DEĞİŞİM NEDİR?
Teknolojik değişimin teknik ilerlemeye yol açması, bunun da doğal büyüme hızını arttırmasından yukarıda bahsettim. Ancak bu süreçte önemli bir nokta girişim kültürüdür. Çünkü inovasyonu yapan, yani AR-GE harcamaları ile teknolojik değişimi yeni üretim teknikleri ve yeni üretime dönüştürecek yatırımı yapan girişimcidir. Bu belki de girişimcinin iktisadi açıdan en önemli fonksiyonudur. Eğer bir toplumda ticaret ve girişim kültürü belli bir geçmişe sahipse, firmalar ve bireysel girişimcileri cezbeden bir yatırım ortamı bulunuyorsa orada inovasyon yatırımlarının başarısı için gerekli alt yapı oluşmuş demektir.
Bir başka önemli etken inovasyonlar için gerekli mali sermaye birikimidir. İnovasyon yatırımları normal yatırımlara göre hem daha fazla zaman gerektirir hem de daha fazla belirsizlik içerir. Bu yüzden bir ülkede inovasyonların yoğunlaşması isteniyorsa mali imkânların yüksek olması gerekir. Gelişmiş ülkeler bu açıdan avantajlıdır. Ancak likidite ve mali sermaye sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkelerde inovasyonların anlamlı oranda gerçekleşmesi zorlaşmaktadır.
Türkiye ve benzeri ülkelerde hem girişim kültürü henüz gelişme aşamasında hem de mali sermaye yetersiz durumdadır. Günümüzde teknolojik yenilikler, daha çok, büyük firmalar tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye ve benzeri ülkelerin teknoloji geliştirmesi için önünde iki alternatif vardır: Ya yabancı sermayeye dayalı teknoloji yatırımları ya da kamunun merkezi planlamayla yönlendirdiği teknoloji yatırımları. Dış sermaye dayalı teknoloji politikası hem daha kolay hem de daha ucuzdur. Ancak bunun karşılığında getirilecek teknoloji ve know-how’ın niteliği ve hangi sektörlere yönelik olduğu küresel finans sisteminin size biçtiği role göre belirlenir. Türkiye ve benzeri ülkelerin kalkınma hedefleri doğrultusunda daha pahalıya mal olacak ve daha uzun sürede sonuç verecek olmasına rağmen merkezi planlama ve kamu yatırımlarına dayalı bir teknoloji politikasını tercih etmesi gerekir.
Bir başka önemli nokta da piyasa ekonomilerine has bir problemdir: ülke gelişmiş olsun olmasın günümüzde hem icat ve keşiflerin hem de inovasyonun büyük oranda firmalar (daha çok küresel sermaye) tarafından yönlendirildiği bir vakadır. Geliştirilen herhangi bir ürün veya üretim tekniğinin genel olarak insanlığın selameti özel olarak da içinde bulunulan toplumun refahını arttıracak şekilde kullanılması ancak tesadüflere kalmıştır. Çünkü inovasyon yatırımı, adı üstünde, yatırımdır ve inovasyonu yapan girişimcinin de ana hedefi kâr maksimizasyonudur. Burada “bilginin özel bir mal mı yoksa kamu malı mı olduğu” meselesi karşımıza çıkar. Her bilgiyi kamu malı olarak tasnif edemeyiz (yoksa yazar, sanatçı ve bilim adamlarının telifi gelirler yalan olur!, DMD). Ama örneğin suni zekânın kullanımı ve ekonomiye yayılımı, SİHA teknolojisinin türevlerinin topluma katkı sağlayacak şekilde diğer sektörlere dağılımı, özel ve genelde küresel firmaların kâr iştahına bırakılmayacak kadar önemlidir. Yani toplumun refahını arttıracak şekilde teknolojinin kullanılması için, bütün ülkelerde muhakkak, kamu denetimi, müdahalesi ve üretimi gerekir.
Önümüzdeki 20 - 30 yıllık süreçte eğitim ve bilim politikamız, sanayi politikamız, girişim kültürünü kuvvetlendirmek için hem rekabet desteklerini hem de bireysel özgürlükleri arttıracak hukuki ve siyasi reformlarımız, bütün bunları bir ana plan çerçevesi içine alacak teknoloji ve kalkınma politikamızın oluşturulması şarttır. Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği silah sanayi teknolojisi ve ürünlerinin ülkemizin savunmasına yaptığı katkı ortadadır. Ancak bu konjonktürel ihtiyaçlara göre belirlenmiş kısıtlı bir politikadır. Benim kastettiğim ise bütün ekonomiye olumlu etkilerde bulunacak ve hükümetlerden bağımsız uzun dönemli planlamayla gerçekleştirilecek daha kapsamlı bir teknoloji ve kalkınma programıdır. Belki de, DPT’nin yeniden açılmasına ek olarak, aynı zamanda hükümetten bağımsız ve yeterli fonlara sahip bir Milli Teknoloji Geliştirme Enstitüsüne de ihtiyaç bulunmaktadır. Bilelim ki, artık uluslararası rekabette ayakta durabilmek için teknik ilerleme hızımızı milli hedeflerimize doğru yönlendirmek ve arttırmak zorunlu hale gelmiştir.