Son dönemde en çok merak edilen iktisadi açıklamalar arasında asgari ücret ilanları yer almakta.
Bu satırların yazıldığı anda daha 2025 yılı asgari ücreti belirlenmemişti. Son dönemde en çok merak edilen iktisadi açıklamalar arasında asgari ücret ilanları yer almakta. Geçmiş senelerde bu böyle değildi. Özellikle 2016’dan beri, her geçen sene artan bir ilgi ve bununla beraber dozu artan tartışmalarla takip edilmekte asgari ücret müzakereleri. Normal şartlar altında asgari ücret ilanları bu kadar ilgi çekmez çünkü medeni bir toplumda asgari ücret en vasıfsız ve acemi iş gücünün aldığı ücreti gösterir ve bu ücrete çalışanların toplam iş gücü içinde oranı da yüzde 10’u geçmez. Bununla birlikte asgari ücret diğer ücretler için bir taban teşkil eder ve diğer ücretler genelde asgari ücretin katları olarak tespit edilir.
Yüksek enflasyonun olduğu ülkelerde (hiçbir ekonometrik çalışma yapmaya gerek olmadan) söyleyebiliriz ki, en fazla refah kaybını sabit gelirli çalışanlar tecrübe eder. Çünkü diğer gelir sahipleri üç aşağı beş yukarı kendi net gelirlerini enflasyona uyarlayabilirken, sabit gelirli (yani maaşlı) çalışanlar bu kabiliyetten yoksundur. Ücret ve maaş sözleşmeleri ne kadar uzun dönemli belirleniyorsa refah kaybı da o kadar artar. 2021’den bu yana asgari ücret meselesinin neden bu kadar yakıcı hale geldiğinin bir sebebi de budur.
Bu tartışmalara paralel olarak son dönemde iş gücünün verimliliği meselesi çeşitli mihraklarca ortaya atılıp tartışılmaya başlandı. Tartışmanın özü şudur: ücretlerin reel değerini belirleyen iş gücü verimliliğidir ve Türkiye’de iş gücünün verimliliği düşüktür. Yani özetle şu iddia edilmektedir ki, Türk insanı çalışmayı sevmeyen, bedavadan yüksek gelir sahibi olmak isteyen bir yapıdadır. Türk gençleri de iş beğenmemekte, alnının teriyle çalışmadan hemen yüksek mevki ve maaşlara ulaşmak istemektedirler. Bu yüzden ücretler de düşüktür ve düşük olmak zorundadır. Bu görüşleri savunmak Türk milletine ve emekçisine hakarettir.
Pekiyi Hocam, ücret ve iş gücü verimliliği arasında ilişki yok mu? Elbette var ama iş gücü verimliliğini belirleyen birden fazla faktör vardır. İşte bu yazıda bu ilişkiyi anlatmaya çalışacağım.
İŞ GÜCÜNÜN VERİMLİLİĞİNİ BELİRLEYEN FAKTÖRLER
Bir işletmede iş gücünün verimliliğini belirleyen faktörler iş gücünün miktarı, iş bilgi ve tecrübesinin yanı sıra sermayenin miktarı ve teknoloji seviyesidir. Bir ülkede iş gücünün verimliliğini ise yine iş gücünün miktarı, nitelikli iş gücü ve sermayenin sektörlere etkin dağılımı, sermaye miktarı ve genel teknoloji düzeyi belirler. İş gücü miktarı artınca, genel olarak, iş gücünün üretkenlik düzeyi düşer, öte yandan sermaye stoku artınca da yükselir. Nitelikli iş gücünün eğitim aldığı iş alanı ile ekonomide istihdam talep eden iş kolları arasında uyum varsa iş gücünün sektörel dağılımı etkindir ve üretkenliğini arttırır. Uyum ne kadar azsa iş gücünün verimliliği de o kadar düşer. Bir ülkede kişi başı sermaye oranı yükseldiği müddetçe iş gücünün verimliliği de artar. Aynı şekilde sermayenin sektörel dağılımında etkinlik ne kadar bozulursa iş gücünün verimliliği de o kadar düşer.
Türkiye’de iş gücünün verimliliğinin düşük olması bir vakadır. Ancak bunun sebebi işçimizin tembel olması, hak etmediği kazançların peşinde koşması veya az çalışması değildir. Her şeyden önce dünyada işçilerin en uzun zamanlı ve yoğun çalıştığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ancak her on senede bir yenilenmesi gereken imalat sanayi makine parkında 2020’den itibaren yeterli derecede yenilenme olmamıştır. Yani iş gücü miktarı – özellikle 13 milyon göçmenin de ekonomiye entegre olmasıyla birlikte – artarken sermaye miktarı yeterli oranda artmamıştır. İkinci bir etken olarak son yirmi yılda kaynaklar daha çok üretken olan sanayi ve tarımdan üretken olmayan hizmetler ve inşaat sektörlerine aktarılmıştır. Yani toplam yatırımlar yetersiz olduğu gibi bu yatırımların sektörel dağılımı da iş gücünün verimliliğini arttıracak yönde değildir. Nitelikli iş gücünün etkin dağılımı orta ve yüksek eğitimin iktisadi kalkınma ihtiyaçlarına uygun olarak düzenlenmesi ile mümkündür. Ne yazık ki, bu alanda da, etkinlik sağlanamamıştır. Nitelikli iş gücü için bazı iş kollarında talep fazlası varken bazı iş kollarında da arz fazlası vardır. Teknoloji meselesini hiç açmıyorum; Türkiye gibi dünyanın ilk yirmisinde yer alan bir ülkenin, kendi potansiyeline göre teknoloji üretme ve geliştirme performansı yeterli değildir. Özellikle imalat sanayiinde ciddi sayıda (toplamın yüzde 90’ı) firma küçük ve mikro ölçeklidir. Yani sermaye birikimi yetersiz firmalar çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu yüzden, yani firmaların bedavacılığı (devletten ihale alarak büyüme stratejisi), sermaye yetersizliği, Hükümetlerin sanayisizleşme ve özelleştirme politikaları, ülkenin ekonomik hedeflerini hiçbir şekilde gözetmeyen eğitim, bilim ve teknoloji politikaları ve sınırsız göçmen kabulüne dayanan göç politikası neticesinde iş gücünün verimliliği gayet düşük seviyededir.
Yani iş gücünün verimliliğinin düşüklüğünün sebebi emekçiler değil Hükümetin plansız kalkınma stratejisi, yanlış sınıfsal ve sektörel tercihleri, iş dünyamızın sermaye yetersizliği, iş hayatının yeterince kurumsallaşamaması ve ranta elde etme güdüsüdür. İş dünyası deyince akla hemen TÜSİAD gelmesin mahalle berberinden köşedeki oto tamirciye kadar hepsi iş dünyası içindedir. Son olarak iş gücünün verimliliği faiz düşürerek veya maliye politikası uygulayarak arttırılamaz. Adam gibi bir planlı kalkınma stratejisine ihtiyaç vardır ve bunun sonuçları da en az 10 sene sonra alınır.
REEL ÜCRET VE VERİMLİLİK İLİŞKİSİ
Neo-Klasik iktisat okulunda (bugünkü moda tabirle Ortodoks iktisat anlayışının temelini oluşturan okul) uzun dönemde emek piyasasında emeğin marjinal ürünü (yani kabaca iş gücünün verimliliği) ile reel ücretin eşit olması gerekir. Tabii, buradaki tam rekabetçi emek piyasası bugün geçerli olmayan birçok varsayıma dayalıdır. Ancak, bugünkü güncel şartlarda, birebir eşit olmasa da reel ücreti belirleyen önemli etkenlerden biri iş gücü verimliliğidir. Şöyle düşünün: Hiçbir firma bir işçiye kendine kazandırdığı paradan daha fazlasını vermez, verirse zarar eder. Eğer işçi o firmaya çok az kazandırıyorsa firma da işçiye düşük ücret vermek zorundadır.
İşçilerin ücretlerini belirleyen önemli bir unsur da sendikaların pazarlık gücü ve iş gücünün sendikalaşma oranıdır. Maalesef, bizde hemen hemen her sektörde en az üç sendika bulunmakta ve bunlar kabaca AK Parti, MHP, CHP ve HDP gibi siyasi partilere yakınlıklarına göre kurulmaktadır. Yani sendikalar adeta siyasi partilerin işçi kolları gibidir ve sendika yöneticilerinin amacı iş gücünün refahını arttırmaktan çok kendi şahsi ve siyasi menfaatlerini azamileştirmektir. Düşünsenize, AK Parti’ye yakın bir sendika başkanı bir dönem sonra milletvekili veya Çalışma Bakan Yardımcısı olabilecekken asgari ücreti 5 bin TL daha fazla arttırmak için bu olasılıktan niye vaz geçsin? Akıllarından bile geçmez.
5 milyon Suriyeli misafirimizi bir yana koyalım, onlar savaştan kaçan ve uluslararası hukukla ülkemize sığınan kardeşlerimizdir. Ancak ülkede 8 milyonun üstünde, 72 milletten kaçak sığıntı bulunmaktadır. Bunların yol açtığı iki temel iktisadi olgu vardır: Birincisi ülkede ortalama ücret düzeyini aşağıya doğru çeken ve kayıt dışı emek arzını arttıran bir etki söz konusudur. Bu aynı zamanda bu kaçak göçmenlerin kayıt dışı istihdamı ve ciddi bir emek sömürüsüne yol açmaktır. İkincisi emekçilerin temel yaşam standardını düşürmektedir: Gıda, enerji konut fiyatları Arş-ü Âlâya çıkmıştır.
Bütün bu şartlar dahilinde bizim emekçimiz tembel olmadığı ve aşırı çalıştığı halde hak ettiği ücret düzeyine kavuşamamaktadır. Ortalama ücret asgari ücrete yaklaşmakta, asgari ücret de açlık sınırının altına inmektedir. “Asgari ücreti fazla yükseltmeyin, çünkü zaten Türk işçisi bunu hak etmiyor!” demek gaflettir, dalalettir ve hatta hıyanettir. Öte yandan, bir de, “Asgari ücreti yükseltmeyin, enflasyon azar!” diyorlar. Bunun da iktisadi açıdan pek geçerli bir yanı yoktur.
Pazartesi hem “Asgari ücret ne olmalı?” sorusuna cevap verelim, hem de asgari ücret ve enflasyon ilişkisine değinelim.