Son dört yazımın ilk üçünde teknolojik paradigma değişimi ve küreselleşmenin demokrasiler üzerindeki etkisini anlattım, dördüncü yazı ise teknolojik değişimin nasıl ülke çıkarları yönünde değerlendirilebileceği üzerineydi. Bugün yine değişen iktisadi alt yapıya bağlı olarak değişen siyasi yapının temel çelişkisini anlatacağım.
Küreselleşme süreci devletlerin tercihleri ve konsensüsü dışında teknolojik değişim ve teknik ilerlemenin sonucu olarak kendiliğinden doğmuş bir süreçtir. Bu süreçte her türlü sermayenin ülkeler arasında hareketi neredeyse sınırsız hale gelirken sermaye yoğun ve yüksek teknolojili mallar ile hizmetlerde serbest ticaret de neredeyse sınırsızlaşmıştır. Buna karşın, emek yoğun mallar ve tarım mamullerinde ticaret hala daha engellenmekte ve emeğin ülkeler arası hareketi de sıkı kontrol altında tutulmakta idi. Bu yüzden küreselleşmenin sağladığı serbest ticaret ve uluslararası sermaye hareketlerinin avantajlarından yararlanan, kapalı ekonomi şartlarına göre daha yüksek yaşam standardına kavuşan gelişmekte olan ülkeler ve gelişmiş ülkelerdi. Ancak az gelişmiş ülkelerin bu oyunda yeri yoktu, oyun dışı kalmışlardı. Azgelişmiş ülkelerin ayırıcı vasıfları alt yapı sermayesinin eksik ve yetersiz olması, beşeri sermaye birikiminin zayıf olması ve yüksek nüfus ile niteliksiz işgücü yığınlarına sahip olmalarıydı. Bu ortamda Afrika ülkeleri, İslâm ülkelerinin çoğu, bazı Güney Doğu Asya ülkeleri fakirlik kısır döngüsünden çıkamıyordu. Bunu Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla ortaya çıkan Küresel Dengesizlik sonucunda gelişen siyasi ve jeo-politik istikrarsızlık takip etti. Sonuç az gelişmiş ülkelerdeki insan yığınlarının fakirlik, açlık, terör ve savaşlardan kaçarak zengin ülkelere kaçak yollardan göç etmesi oldu. Bugün dünya siyasetinde bir numaralı sorun, bu kaçak göçmenlerdir.
Küreselleşme sadece refah mı sağladı? Olur mu hiç. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi demek hem sıcak para (kısa vadeli yabancı borç) akımlarının hem de doğrudan dış sermaye yatırımlarının serbestçe istediği ülkeye girebilmesi demek. Kısa vadeli dış borç ve doğrudan yatırımlar birbirinden farklı sebeplerle gelir ve sonuçları da birbirinden farklıdır. Ancak her ikisinin de ortak olan tarafı uluslararası finans kurallarına uygun bir hukuki mevzuata sahip olmayı ve uluslararası tahkim kurallarını kabul etmeyi beklemeleridir. Bu kurallar ise, doğası gereği, gelişmiş ülkeler tarafından ve gelişmiş ülkelerin menfaatleri doğrultusunda oluşturulur ve uygulanır.
Kısa vadeli sermaye hareketleri, genelde istikrarsız ve riski yüksek olan ama bunun karşılığında yüksek faiz veya finansal getiri ödemeye razı ülkelere giderler. Geldikleri ülkelerde, kaldıkları müddetçe, kurların yükselmesini istemezler. Kısa zamanda hızla gelir, belli bir kâr elde ettikten sonra da hızla çıkarlar. Sürekli kısa vadeli, sermaye hareketlerine bağımlı olan ekonomiler, belki bu gelen borç parayla, kısa vadede normalde yapacakları harcama ve elde edecekleri milli gelirin üstüne çıkarlar ama uzun vadede artan dış borç yükü adım adım bu ekonomileri döviz krizine sürükler. Bu tip ekonomiler, genelde gelişme olan ülke ekonomileri olup, ayırıcı unsurları kronik cari açık vermeleridir.
Uzun vadeli sermaye hareketleri ve doğrudan dış yatırım göreli olarak daha istikrarlı, riski daha düşük ve bununla birlikte faiz oranları da düşük ülkelere gelirler. Bu yatırımcıların bir beklentisi de yerli paranın çok değerli olmamasıdır. Çünkü doğrudan dış yatırımcı bir ülkeye gelirken o ülkenin iç talebi kadar, belki daha fazla, çevre ülkelere ihracat potansiyelinden de yararlanmak ister. Bu yüzden doğrudan yabancı yatırımcının gelmesi için ülkenin ihracat potansiyeli olan, kronik cari açığı olmayan, vergi mevzuatında kendilerine imtiyaz sağlayan ve işgücünün nispeten ucuz olduğu bir ülke olması gerekir. Doğrudan dış yatırımcının sermaye yatırımlarında bulunması veya emeklilik fonları gibi uzun vadeli iştiraklerin gelmesi, elbette ki, ülkenin kalkınmasına olumlu katkıda bulunur. Ancak yabancı yatırımcının ülkeye teknoloji ve know-how getirmesi, ülkenin milli kalkınma hedeflerinde öncelikli sektörlere gelmesi garanti değildir. Devletler uygun anlaşmalarla yabancı sermayeyi kalkınmada öncelikli sektörlere yönlendirebildiği ve teknoloji transferi imkânı sağlayabildiği müddetçe bunlar ülkenin kalkınma hedeflerine ulaşmasında ve daha hızlı büyümesinde katkı sağlarlar. Ancak bu anlaşmalar yapılmazsa, yabancı yatırımcı sadece kendi çıkarını maksimize edecek yatırımlar yapar. Bununla birlikte ülke ekonomisi de yabancı (yani küresel) sermayeye tek taraflı bağlanmış olur.
Dikkat edilirse, yukarıda anlatılanlar bağlamında herkesin anlayabileceği bir dille özetleyecek olursak küreselleşme sürecinin kalkınmaya olumlu etkisi de olabilir, olumsuz etkisi de… Eğer ülkenin sahip olduğu kaynaklar ve küresel sermayenin sağlayacağı imkânlar göz önüne alındığında, bu imkânları uzun vadeli milli hedefler doğrultusunda değerlendirecek politikalar geliştirilebilirse küreselleşme gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarına olumlu katkı sağlayacaktır. Ancak bu uzun vadeli bir süreçtir. Küresel sermayenin olumlu katkısının etkileri uzun dönemde, yani 10-15 yıllık bir periyotta, ortaya çıkabilecekken, ülkenin ahalisi hemen kazanımlar elde etmek ister. Örneğin geniş kredi imkânlarına dayalı satın alma gücü artışı, ucuz ithal mallarının ülkeyi işgal etmesi ya da ucuz yabancı işgücünün sağladığı çabuk ve kolay kazançlar gibi… Bu yüzden doğru ve ülkenin geleceğini sağlama alacak, kalkınma hızını arttıracak politikalar kısa vadede ne ahalinin, ne küçük ve orta ölçekli işletmelerin işine gelir. Sıcak para yoluyla ucuz ve bol gelen kredilerle sahte bir refah on yılı yaşamak, daha kendi kasabasından çıkmamış insanların Avrupa’ya turistik seyahatleri, artan tüketim çılgınlığı, uzun dönemde bu ülkeleri borç batağına sürükler.
“Hocam, olay bu kadar netse, neden ülkenin uzun vadede borç batağına sürüklenmesine yol açan politikalar uygulanır?” Çünkü ahali de, siyasetçi de kısa vadeli hesap peşindedir. Siyasetçi dört veya beş yıllık hedefler belirler, seçmen ise en fazla bir yıllık geleceği hesap eder. Bugün iyi olacaksınız ama borçlarınızı çocuklarınız faiziyle ödeyecek deseniz, kimse itiraz etmez. İşte dünyada yükselen popülist siyasetin bir kaynağı bu miyopik bakıştır. Bu durum aynı zamanda demokrasilerin de sorunu olarak karşımıza çıkar.
Bazı sosyal bilimciler, bu noktadan yola çıkarak, gelişmekte olan ülkelerde, belli bir sermaye birikimine kadar modern demokrasi yerine daha otoriter yönetimlerin ve özgürlükçü olmayan (illiberal) demokrasilerin hâkim olması gerektiğini savunurlar. Çünkü, onlara göre, modern demokrasi kitlelerin kısa vadeli çıkarlarını göz önüne alarak politika geliştirilen bir yönetim tarzı getirir. Öte yandan otoriter yönetimlerin halka hesap verme zorunluluğu yoktur. Gelişmekte olan ve milli kalkınma politikaları izlemesi gereken bir ekonominin bunun için bir müddet kendi tüketim ve refahından vaz geçebilmesi için demokrasi yerine otoriter yönetim veya özgürlükçü olmayan demokrasi tarafından yönetilmesi gerekir, derler.
Pekiyi demokrasi içinde kalkınmanın yolu yok mudur? Vardır, olmaz mı… Ancak bunun için siyasetçilerin yetki ve güçlerinin sınırlandırılması gerekir. Örneğin (bizde eskiden var olan DPT gibi) kalkınma stratejilerini belirleyecek bağımsız bir kurumun olması ve hükümetler değişse de uymak zorunda oldukları stratejileri belirlemesi gerekir. Bu kurumların Daron Hoca’nın bahsettiği gibi kapsayıcı kurumlar olması da önemlidir. Yani kalkınma sürecinin meşakkatini bütün topluma adil bir şekilde yayılması bu şekilde sağlanır.
Bütün bu anlattığım süreç sonunda dünyada bazı gelişmekte olan ülkeler 2000 -2020 arasında hızla gelişmiş ve kalkınmıştırlar. Bu ülkelerin ortak özellikleri küresel sermaye imkânlarını milli devlet politikaları ile uyumlu hale getirebilmiş, hem dış sermaye hem de planlı devlet yatırımlarını birlikte kullanabilmiş olmalarıdır. İkinci bir ortak özellikleri ise kronik cari açık vermemeleridir. Öte yandan bazı gelişmekte olan ülkeler de kendilerini küresel sermayeye teslim etmişlerdir. Bu ülkelerin dış borç birikiminden kaynaklanan düzenli aralıklarla döviz krizlerine girdiklerini, orta gelir tuzağında saplandıklarını ve her geçen gün daha fazla dışa bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Bunun yanı sıra, bir de hem göçmenlere karşı hem de dış sermayeye karşı içe kapanmacı siyaset hareketleri bu ülkelerde gelişmektedir. İşte bu yazdıklarım bağlamında bir sonraki yazıda millici ve küreselci siyaset hareketlerini inceleyeceğim.