Dünya ile birlikte zor zamanlar geçiriyoruz. Bilmediğimiz, anlayamadığımız bir virüsü tanımaya çalışıyor ve onunla mücadele ediyoruz.

Dünya ile birlikte zor zamanlar geçiriyoruz. Bilmediğimiz, anlayamadığımız bir virüsü tanımaya çalışıyor ve onunla mücadele ediyoruz. Aslında hepimiz bir şaşkınlık içindeyiz. Rutinlerimiz alt üst oldu. Düzen kurduğumuzu zannederken bir virüsle planlarımızın tepetaklak geldiğini gördük ve hala da ne olacağı belli değil. Uzmanlar konu ile ilgili aşının bile tek başına çok işe yarayamayacağını söylerken en iyi çarenin virüslerin karakterinde var olan mutasyonun insanlığın hayrına yarayacak şekilde değişmesi olduğunu iddia ediyorlar. Gerçekten de virüse laboratuvar ortamında mutasyon yaptırılamıyorsa o zaman durum Allah’ın insafına mı kaldı?

Sakinleşmeye ihtiyacımız var

İşler bu kadar zorlaşmışken; ekonomi, sağlık, eğitim ile ilgili konularda medyada her gün farklı farklı yorumlar, istatistikler, rakamlar dolaşıp dururken insan sakinleşmekten daha da uzaklaşıyor. Bu zamanda hepimizin sükunete ihtiyacı var. Yetkili merciiler bu gibi zamanlarda net olmalı vatandaşın kafası karıştırılmamalı. Zig zag çizerek konuların içinden çıkılamayacak bir hale getirilmemeli. Kesin kararlar alınmalı ki vatandaş da ne yapacağını bilsin. Önünü görsün. Böyle olursa vatandaşlar da emin olur ve sorumluluklarını ona göre belirler, kendini konumlandırır. Aksi halde sürekli gelen yeni haberler karşısında ne olacak ne olmalı diye tereddüt geçirir. Yetkili kurumlar vatandaşı sakinleştirmeyi bilmeli.

Biz nerde duracağız?

Belirsizliğin içinde kararlar almak ve o kararların sonucunu ön görebilmek çok zor. Ancak her şeye rağmen yaşıyoruz. Beterin de beteri var diyoruz. Evet, her şey allak bullak ama yine de biz bu keşmekeşliğin neresinde duruyoruz? Önceliklerimiz neler? Ailemiz, kendimiz ve tabi en önemlisi bu zamanda sağlığımız hangi sırada yer alıyor bunları düşünüyor ve buna göre hareket edebiliyor muyuz? Salgından önce büyük istekle sarıldığımız beklentilerimiz, işlerimiz elimizde patladı. Şimdi bir plan yapmanın ne anlamı var diyemeyiz. Her zaman bir planımız bir yol haritamız olmalı. Bu yolda olmak için önemli bir adımdır. Aksi; zaten durmak demektir. Bizim böyle bir durmaya tahammülümüz olmamalı. Planımızı önceliklerimize göre yapmalıyız. Yolda karşımıza çıkacak engellere göre de sürekli güncellemeliyiz. Adım adım ilerlemeliyiz. Bu adımlar küçük olabilir. Ama önemli olan adımın niteliği değil niceliğidir.

Önümüze bakmalıyız

Hep ânın içinde önümüze bakmalıyız. Çünkü gelecek anda bunu da biliyoruz. İnsan karakterini nasıl tanıyacak, kendini nasıl tanımlayacak, isteklerini nasıl somut cümlelere aktaracak. Bugün ne yapacak? Salgın devam ediyor diye hayata küsecek mi yoksa bu dönemi atlatana kadar zor olanın içinde kendine kolaylıklar çıkaracak mı? Eksikliklerimizi tamamlamak için bir fırsat bu zamanlar. Belki bir yeteneğimiz geliştirmek veya almak istediğimiz bir eğitimin sınavına çalışmaya çaba harcamak, evimizde yapamadıklarımızı yapmak. Ne olursa olsun her gün bir plan dahilinde ilerleyebilmek için kendimize fırsat tanımalıyız. Olumsuzluklarla kendimize perde örmemeliyiz. Perdelerle birlikte hayatın içindeki hakiki manayı kapatmamalıyız. Kendimize olan inancımızı içselleştirmeliyiz lütuflar içinde olduğumuzu görebilmeliyiz. Şükredecek, adım atmak için ne çok sebebimiz olduğunu hep kendimize tekrar etmeliyiz. Kimse hayatın güllük gülistanlık olduğunu iddia etmiyor. İyi ya; gülü dikip; sulayıp, budayıp gülistana çevirecek olan da yine biziz. Zoru kolay eylemekten başka çare var mı?

KONUK YAZARLARIMIZ

Sevgili okurlarımız, Buluşma Noktası sayfamızın sizlerle buluştuğu günden beri köşe yazarımız olarak her hafta yazan sevgili Cemalnur Sargut hocamız bundan böyle ayda bir yazılarıyla bizlerle olacak. Diğer haftalar kendi alanlarındaki uzman yazarlarımıza yer vereceğiz. İslam edebiyatı, kütüphanecilik, klasik el sanatlarımız, ilahiyat, tarih gibi farklı alanlarda yazılarla huzurlarınızda olacağız. Farklı yazar ve konuların hayatımıza katacağı bilgi zenginliğinin inancıyla böyle bir değişikliğe gittik. Şimdiden sevgili yazarlarımıza huzurlarınızda teşekkür ediyoruz.

BABAMIN OTOMOBİL SEVDASI

Babam, otomobilinin yanında heybetli duruşu ile gururlu. Ne badireler atlattı o, bu çelik duruşlu otomobiliyle. Babam araba motorunun doktoruydu. Kulağını koydu mu motora bir çubuk yardımıyla anlardı derdini onun. Araba deyip geçmem ben, babam için çok şeydi. Bir erkek çocuğu gibi altını üstüne getirirdi, oynardı o otomobille. Gel zaman git zaman arabalar da değişti. Kalmadı o çelik jantlı, afilli, cilalı otomobiller. Ne zaman bir Playmouth görse babamın içi gider “otomobil bu, kamyon vursa bir şey olmaz onun çelikten gövdesi var, derdi. Gözleri parlardı, otomobil onu anlar o da onu. Kimse onu anlamazdı, bu nasıl bir sevdaydı böyle! Ne zaman bir yanına indi hastalık, araba kullanamaz oldu. O günden sonra hep bir yanı eksik, hep aksak kaldı. Babam severdi otomobilleri. Sevdaydı onun için otomobili anlamak, bir eşya deyip de geçemezdi. Bir gün otomobiline bindi gitti işte. Bu sevdayla yanık öte dünyaya. Çelik kanatlı melekler eşlik ederken kendisine, sevdası ona kaldı bize de hikayesi.

BEBEK BEZİNDE DÖNÜŞÜM

Ortalama bir bebek, tuvalet eğitimi alana kadar yaklaşık 7000 adet kullan-at bebek bezi kullanıyormuş. Bu bezlerin doğada tamamen çözünmesi için ise 500 yıl geçmesi gerekli!
İnternete İngiltere’de yaşayan bir Türk kökenli kişinin sayfasında gördüğüm bu bezler ilgimi çekti. Hatta bu bezler bildiğimiz eksiden büyüklerimizin kazanda kaynattığı gibi değil, çok daha az suyla çamaşır makinesinde yıkanabilen ve çevreye zararı çok daha az. Bebeğin cildini plastik katkılı bezle değil organik pamuklu bezle sarmak çok daha faydalı elbette.
Her gün çamaşır yıkamak zorunda kalmadan idare edebilmek için yaklaşık 30 adet bez yeterli.
Çişli bezler, içinde beyaz sirke olan bir kovada yıkanmayı beklerken kakalı bezler ise elde kısaca yıkanıp yine beyaz sirkeli kovada bekleyebiliyor. Hijyen açısından maksimum bekleme süresi 48 saat. Sonra yıkama şart!
İngiltere’den bir kullanıcı anlatıyor; “Yıkanabilir bezlere geçtiğimizin ikinci günündeyiz. Bezler sızdırmadan patlamalara dayandı. Kızım sıcak havalarda bezle çok daha rahat, havalar son bir haftadır Türkiye sıcaklarını aratmıyor (35 derecelerde) ve hiçbir krem, yağ sürmeden altını bağladığım halde pişiğimiz yok. Hatta en ufak bir kızarma bile yok.
5 haftalık bebek bile rahat edebiliyorsa daha büyük bebekler için yıkanabilir bez çok daha rahat bir seçim!”

Tabii herkesin bunlara ulaşması maddi açıdan kolay olduğunu sanmıyorum. Ama artık eskiyi yenileyerek kullan-at mantığından kurtulmamız gerekiyor. Bu da bir gerçek. Aslında anneler bunlardan bir model alıp üretebilir, diktirebilir. Biraz çaba ve emek dünyamızı kurtaracak.

YENİ YIL TEBRİKLERİ VE MUHARREMİYELER

Bugün Muharrem’in ilk günü, Müslüman takvîmine göre 1442. hicrî yılın başındayız. Bilindiği üzere Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde yapılan bir düzenlemeyle Hz. Peygamber’in Mekke’den Medîne’ye hicret ettiği sene hicrî takvimin başlangıcı kabul edilmiş, takvîm hicrete sâbitlenmiştir. Hicretten on yedi sene sonra -Hz. Ali’nin teklifi uyarınca- alınan bu kararda hicretin belirleyici olması, zihinleri yeni takvimin hicretle başladığı yanılgısına düşürmektedir. Oysa hicrî takvim doğrudan hicretle değil, hicretin tahakkuk ettiği sene ile başlamaktadır ki bu târih 622 mîlâdî yılına takabül eder. Zâten hicret bir gün içinde olup bitmiş değildir. Siyer kitaplarında pek çok ayrıntısını okuma imkânı bulduğumuz ibretli hikmetli hâtıralar ihtivâ eden yaklaşık on beş günlük bir süreçtir. Safer ayının sonunda başlayıp Rebîülevvel’in on ikisinde ikmâl olmuştur. Elhâsıl hicret hâdisesinin başı da sonu da Muharremü’l-harâm ile ilgili değildir.

Başta da söylediğimiz gibi bugün yeni hicrî senenin ilk günü, yani yılbaşıdır. Fakat yılbaşı kelimesi, isâbetle türetilmiş Türkçe bir kelime olmasına rağmen dilimizde lugat mânâsından ziyâde kültürel anlamıyla yer bulmuştur. Yani senenin ilk günü anlamındaki yılbaşını biz, târih boyunca kullandığımız diğer takvimlerdeki sene başlarını belirtmek için değil, sadece milâdî takvimdeki sene başı için kullanmaktayız. Daha kestirmeden söyleyecek olursak yılbaşı dediğimizde aklımıza Muharrem’in değil Ocak ayının ilk günü gelmektedir. Benzer şekilde vaktiyle kullandığımız diğer takvimlerdeki sene başları için de yılbaşı demeyiz. Meselâ kabaca îrân ve tûrân takvimi diyebileceğimiz takvimde sene başı 21 Mart’a târihlenir. O günü, “nevrûz” özel adıyla anarız. “Yeni gün” anlamındaki nevrûz, hem senenin hem bahârın başlangıcıdır. Bundan başka Osmanlı’da yine hicret senesini başlangıç alarak düzenlenen rûmî takvim vardır. Bu takvim yakın zamâna kadar mâlî işlerin tanzîminde kullanılmaya devam etmiş, bu sebeple mâlî-rûmî takvim diye de anılmıştır. Rûmî takvimdeki sene başı milâdî takvimde 14 Mart’a karşılık gelir, fakat bu takvimden de bize bir yılbaşı alışkanlığı kalmamıştır.

Yeniden Muharrem bahsine dönecek olursak, hicrî takvimin ilk ayı olan Muharrem girdiğinde Osmanlı’da bir tür yeni yıl kutlamaları olarak yorumlayabileceğimiz bir âdet zuhûr ettiğini görürüz. Saray merkezli bu âdet 18. asır gibi hayli geç bir dönemde başlamış, 19. asırda iyice teâmül hattâ merâsim hâline gelmiştir. Bir parça bayram tebrikleşmelerini hatırlatan bu merâsimlerin tam ayrıntısı bilinememekle birlikte, Muharrem ayı girdiğinde devlet erkânının huzûra çıkarak pâdişâha tebrîknâmelerini takdîm ettikleri, bunun karşılığında pâdişâhın iâde-i ziyârette bulunarak bu zevâta “muharremiye” adı altında ihsânlarda bulunduğu nakledilir. Bu tebriknâme tanzîmine devrin şâirleri de yeni seneyi kutlayan ve pâdişâha duâ içeren târih kıt’aları ile iştirâk etmeye başlayınca kısa süre zarfında bu âdet bir rekabete dönüşmüş, sunulan târih manzûmeleri belli bir derecelendirmeye tâbî tutularak mükâfatlandırılmaya başlanmıştır. Şâirlerin bu manzûmelerine mukabil aldıkları bahşişlere muharremiye denildiği gibi takdim edilen şiirler de edebiyâtımızda “muharremiye” başlığı altında değerlendirilmiştir. Eski tâbiriyle “mâh-ı sâl-i cedîd”, yâni “yeni senenin (ilk) ayı” konulu târih kıt’alarına örnek vermek gerekirse meselâ, 1129 Muharrem’inde (1716) III. Ahmed’e takdîm edilen târih beyti şöyledir;

Yazıldı hâme-i kudretle çarha bu târîh

Mübârek ola şehinşâha mâh-ı sâl-i cedîd

Benzer şekilde yeni seneyi tebrîk ve devrin pâdişâhına duâdan ibâret bu târihleri bugünden baktığımızda rahatlıkla birer yeni yıl tebrîki olarak görebiliriz. Yine de şu ayrıntıyı gözden kaçırmamak münâsip olur. Bu tebrikler günümüzde olduğu gibi sadece yılbaşına tahsîs edilmemekte, tebrik ve duâlardaki “nev-sâl”, yani “yeni yıl” terkîbi, senenin tamâmına yönelik bir duâ ve temennî vurgusu içermektedir. 1 Muharrem 1249’da (1833) II. Mahmud’a sunulan, “Tanrı yeni seneyi Sultân Mahmûd’a saâdetli, mutlu kılsın” şeklindeki şu târih mısrâı bu tür tebrik ifadelerinin özeti gibidir;

Hudâ nev-sâli mes’ûd eyleye Sultân Mahmûd’a

Zamanla bu tebrikleşme âdeti saray içerisindeki diğer birimlere de sirâyet etmiş ve masraf kalemlerine tâbir caizse muharremiye ödenekleri de eklenmiştir. Bu ihsânlardan İstanbul’daki tekke ve zâviyelerin de nasiplendiği ve yirminci asrın başlarına kadar (1910) Osmanlı idâresinin tekkelere muharremiye adı altında tahsîsât ayırdığı bilinmektedir.

Bizim kültürümüzde Muharrem ayının elbette hicrî takvimin ilk ayı olmaktan ve yeni sene tebrikleşmelerinden çok daha derin bir anlamı vardır. Bilindiği üzere özellikle 10 Muharrem ki “aşura günü” olarak anılır, Hz. Hüseyin ve berâberindeki ehl-i beyt mensuplarının şehit edildiği günün yıl dönümüdür. Eskilerin ciğerleri dağlayan Kerbelâ hâdisesi anlamında, “vak’a-i dil-sûz-ı Kerbelâ” vb. terkiplerle zikrettikleri bu elîm hadîsenin dinî kültürel hayâtımızda ve tabiatıyla edebiyâtımızdaki yeri ve ağırlığı, yukarıda bahsettiğimiz yeni sene kutlamalarından çok daha eskiye dayanır.

Kerbelâ’da Cenâb-ı Hüseyin ve sevenlerinin mâruz kaldıkları zulüm, içine çekildikleri amansız durum ve şehâdetleri, Hz. Peygamber’e ve ehl-i beytine meveddetle bağlı gönüllere nesilden nesile devreden büyük bir hüznü mîrâs bırakmıştır. İşte bu büyük mâtem ve hüzne iştirâk edenlerin yaktıkları ağıtlar farklı formlarda edebiyâtımıza da aksetmiş; bu edebî metinler hâdisenin yaşandığı mekâna istinâden “Kerbelâ mersiyeleri”, zamana vurgu yapmak kaydıyla “muharremiyeler” genel başlığı altında tasnif edilmiştir. Konuyla ilgili olarak Gülgun Uyar’ın bu gazetenin 13.08.2020 târihli “Buluşma Noktası” sayfasında yayımlanan “Muharrem’de Kerbelâ’yı Okumak” yazısı, hâdiseyi hakîkatine uygun şekilde yeniden hatırlamak bakımından önemlidir. Hattâ o yazıyı, yirminci yüzyılın başlarında vefât eden Edib Harâbî’nin (v. 1916);

Etmeyip şâh-ı Peyamber’den hayâ Hak’dan hazer

Kûfiyân-ı bî-vefâlar nakz-ı ahd etmiş meğer

Kurretü’l-ayn-ı Resûl’ü eylemişler der-be-der

Var ise gel hâtır-ı şâh-ı Resûlullâh eger

Ey sabâ var Kerbelâ deştinden eyle bir güzer

Ver bize lutf et Hüseyn ibn-i Alî’den bir haber

bendiyle başlayan mersiyesi eşliğinde okumak yerinde olacaktır. Buraya, “hâssaten Âşık Veysel’in (v. 1973) icrâsı eşliğinde” diye kayıt düşmek de artık fazlasıyla mâlûmu îlâm olur.

ARTI – EKSİ

Tonguç

Bir eğitim sitesi ne kadar faydalı olabilir demeyelim. Bu zamanda, üstelik salgın dönemini yaşadığımız bu süreç bize çok şey öğretti. Mesela çok hayran olduğumuz şu Finlandiya sistemi var ya! İşte o sistemin yükünün büyük bir bölümü velilerin üzerindedir. Hep överiz ancak biz Türkiye’deki veliler okuldan geldikten sonra çocukla oturup ödev yapmak, ders çalışmak istemeyiz. Finlandiya’da ders saatleri kısadır ama evde anne, baba ile yapılması gereken işler de az değildir. Öğretmenler işin temelini verirler gerisi veliler ve öğrencilerindir. İşte bu muhteşem sistemin püf noktası tam da budur. Oysa salgının başından beri hala bugün de okulların geç açılacak endişesi ile çocuklar nasıl ders çalışacak nasıl telafi yapacak diye düşünüp bir an önce eğitime geri dönülmesini ve çocukları öğretmene emanet edilmesini bekliyoruz. Ancak artık biz veliler de elimizin taşın altına sokmamız gerekiyor. Param var öğretmen tutarım ile de olmuyor. Hepimiz izolasyondayız. Dolayısıyla iyi bir eğitim sitesi bulacaksınız ve çocuğunuzla oturup ders çalışacaksınız. Aslında bu inanın çok zevkli. Hem siz yeniden öğreniyorsunuz çocuk da ilginizi gördükçe hevesleniyor ve motivasyonla ders çalışıyor. Öğretmenimiz Tonguç ile güzel güzel açıklamaları, çözümleri dinliyorsunuz ve yapıyorsunuz. Ancak bazen problemleri yanlış çözüyorlar ve yanlış öğreniyorsunuz. İşte internet üzerinden öğreneceğiniz şeyleri bir ikinci kişiye de bazen teyit ettirmek gerekiyor. Her şeyin bir artısı varken bazen eksi tarafı da oluyor ama önemli olan telafi edebilmektir.

SALGINLAR MODAYI YÖNLENDİREBİLİR Mİ?

Yüz yılımızın daha başları sayılabilecek 1920’lerde ve daha sonraki dönemlerde uzunca bir süre kadınlarda yaz, kış eldiven giyilmiş. Hatta 1960’larda bazı gelinlik modellerinde bile görülür. 1920’lerde başlamış olan bu moda akımının acaba 1918 – 1920 arasında sürmüş olan İspanyol gribi ile bir alakası var mıdır? O yıllarda maske de kullanılmış koruyucu olarak ama eldiven belki de moda olarak kaldı. El teması ve suya ulaşımın o yıllarda çok rahat olmadığını düşünürsek eldiven çok da abartılı bir aksesuar olmuyor. Yaşanan bazı hadiselerin modayı yönlendirdiğini antropolojik bir inceleme gerektirdiğini söyleyebiliriz. Bugünlerde gelinliklere, nişanlıklara kıyafetlere uyum sağlayacak şekilde maske üretimi yapıldığını görüyoruz. Kovid-19 ile ilgili olarak da üzerinde en çok durulan konu olan maske takma hususunun bize maskeyi bir moda aksesuarı olarak bırakabilir mi? Ne dersiniz? Hatırlar mısınız 1990’larda Michael Jackson dışarıya eldivensiz, maskesiz çıkmazdı. Dünya yadırgar ve psikolojik olarak Jackson’un rahatsız olduğunu düşünürdük. Ama Jackson’a rağmen maske veya eldiven moda olamadı.