Dünya tarihinde elli yıllık, yüz yıllık zamanlar uzun süreler değildir. Kısa zamanlardır.
Devletlerin de kuruluş anlayışlarının altındaki felsefesini iyi bilmek gerekiyor. Çünkü güçlü olan devlet haklı olan demek değildir. Tarih hep devletler ve sınırlar üzerinden okunur. Tarih devletlerin, hükümdarların tarihidir. Ancak son üç yüzyıldır ise bu tarih okumaya teknoloji de eklendi. Hem de ne eklenmek, son sürat. Devletlerin güçlenmesi, söz sahibi olması tamamen teknolojiyi ellinde bulunduranların tarihi olmak üzere adeta yeniden yazıldı. Köylerden sonra hızla şekillenen şehirlere doğru insanların akın etmesi, dev makinaların arasında kaybolması başka bir tarihin hikayesini yazdı. Aya çıkmak, teknolojide hayal ötesi icatların hızlanması ve bugüne kadar geldiğimiz süreç teknoloji ve yer altı kaynaklarına olan ihtiyacı da yadsınamaz bir hale getirdi. Çünkü petrol, doğalgaz, kobalt gibi bütün kaynakların hepsi, teknolojinin hizmetinde olması bakımından gözde değerler olarak, paylaşılamaz bir üstünlük olarak kabul edildi. Hal böyle olunca insanların dev dişliler arasındaki serüvenine, başka kıtalarda yer altındaki değerler ve onları oralardan çıkaracak ucuz işçilerin varlığı ile sömürü düzeni, bir nevi kölelik anlayışını yeniden şekillendirdi. Bir zamanlar dişliler arasında çalışanlar bugün beyaz yakalı olarak özgürlükler (!) ülkesinin uçsuz bucaksız binaları arasındaki üst düzey çalışanlar, patronlar ve lobilere yön veren paranın sahibi konumuna geldiler. İşte bu yüzden biz neredeyiz derken hafızamızı şöyle bir tazelemeliyiz.
Dünya tarihi yeniden yazılıyor
Ne zaman şekillenir ve ne zaman yeni devrin nimetlerini
yaşarız, görürüz bilemiyoruz. Ama dünyanın yeni bir düzene doğru gittiğini
görmemek körlük olur. Bu yeni düzenin de şu anda gördüğümüz kadarıyla sömürü
düzenine bir başkaldırı olduğu aşikâr. Halklar bir insan hayatında uzun
sayılacak zamandır hatta nesiller boyudur dişlinin çarklarına memur
edildiklerini ancak farkına varıyorlar. Bir kıtanın halkları refah ve zenginlik
içinde yaşarken hatta o zenginliğin içinde bile sınıflara bölünen halkların
cebinden, ruhundan, sevdiklerinden kısacası hayatından çalınanlarla birileri
kral, kraliçe oldular. Birileri prens, prenses oldular. Lord oldular.
Özgürlüklerine bu ünvanlarını atarak demokrasi naralarıyla kavuşacaklarını
sananlar, türlü algılarla fakir dedikleri, medeniyet getiriyoruz dedikleri
kıtaları önce aç bırakarak, kaos çıkartarak ve size yardım edeceğiz diyerek sömürdüler.
Şimdi bu düzenin sonuna geldik. Evet umarım sonuna geldik. Yoksa büyük hayal
kırıklığı.
Yerine ne koyacağız
Türkleri tarih sahnesinde sindirildikleri (ya da yeniden
ayaklanmak için kısa bir süreliğine kabuğumuza çekildik) günden beri, silmeye,
asimile etmeye çalıştıklarından beri dünyada huzur değil barbarlık hüküm
sürüyor. İşte bu yüzden hep yeniden köklerimizi unutturup kurutmaya yüz
tutturmaya çalıştıkları hikayeler uydurdular. Resmi tarih dediler, Mezhep
dediler. Dindarlık, dinsizlik dediler. Şu ideoloji bu ideoloji dediler de
dediler. Ancak bunların hiç birisi iyinin, doğrunun ve güzelin üstünü örtmeye
yetmedi. Çünkü tarih apaçık mimarisinden hukukuna kadar belgeleriyle ortada.
Şimdi o tarihin köklerinden bir başka budak çıkarmaya başlıyoruz ve buna Türk
kuşağı diyoruz. Türk Asrı diyoruz veya Türk yüzyılı diyoruz. Son bir yıldır
yaşananlar aşikâr bir şekilde gösteriyor ki sömürü düzeni son bir hamle ile
İslam’ı en güzel şekilde yaşayan ve yaşatan Türk’ü boğmak için Gazze
sınırımızda katliam yaparak kötülüğü yükseltmeye çalışıyor. Ama nafile; Türk’ün
kuşağı doğduğu topraklardan tüm dünyaya bir kucaklaşmayı tekrar vaadediyor.
Gökte parlayan kuşak
Türkiye, gücünü milli iradesinden alan ve sınırlarını
adaletin tesisi için gerekli gördüğü her yere çekebilecek kudreti olduğunu
gösteriyor. Adalet yoksa Türk’ten korkun. Çünkü sınırlarımızı oraya çekeceğiz
demektir. Yurt demek gümrük kapısı demek değildir. Bugün yeniden bu kuşağın ucu
Türkiye Cumhuriyetinden çekilerek bütün dünyayı Kızılelma ile sarıp
sarmalayacak bir ferahlama iklimini yeşertiyor. Çünkü bu sömürü düzeninin
yıkılması demek Türk’ün kutlu kuşağının gökte parladığını yerde de gölgesinin
bile yetiğinin işaretidir vesselam.
Klasik müzik sadece batıya mı ait?
Yapmayın ne olur. Bir majör TV kanallarımızdan birinde çok
izlenen bir sohbet programının sunucusu oyuncu ve ÜNLÜ hanım ile ilgili olacak
eleştirim. İKSV’de klasik müzik piano sanatçısı genç bir hanım ile programın
direktörü diğer hanımla klasik müzik sohbeti yapılıyor. Ama tabi batı müziği.
Schopenler, Bachlar, Beethovenler ve o dönemin müziği, kültürü falan.. Evet o
dönem müzikleri sanatları eşsizdir. Bende çok severim ve bilirim de naçizane. Sunucumuz
ahh ne güzeldir neden biz o kültürü bilmiyoruz diye üzülüyor. Genç hanım
Avusturya’da başarılı eğitimini devam ettiriyormuş. Kutlarız. Ancak şunu da
hemen antiparantez eklemeden edemeyeceğim. Batının klasiklerini biliyorsan Türk
klasiklerini bilmemek büyük eksiklik. Çünkü o klasik dönemlerin çağdaşları
içinde Itriler, Dede Efendiler, Tanburi Cemil Efendiler daha daha niceleri,
sayamayacağımız kadar çok. Bu musıkiyi de bilmemek büyük kayıp ve ayıp. Okullarımız
bu konuda çok eksik. Nedenlerini saymakla bitiremem. O yüzden sevgili ÜNLÜ
sunucumuz ve konuklarımıza ricamdır Klasik Türk müziğini ve medeniyetini de iyi
araştıralım. TV izleyicisine sadece batıyı değil kendi değerlerimizi de
aktaralım. Donanımlı olmak tek taraflı kalmamayı gerektirir. Önerim sabahları
mahur makamı dinleyin. Güne enerjik, zinde, vakur ve iç dış tüm düşmanları yenecek
güçte başlarsınız.
Hayır
dilemek yerine
Sosyal medyada takipçi sayısı kazanmak için artık saçma sapan ayrıntılara giriliyor. Bir hanım sosyal medya hesabından çıkıyor ve şunu diyebiliyor; “Allah’tan hayırlısını dilemeyin. Çünkü o hayırlı dediğiniz şey size ağır gelebilir”. Allah Allah. Ne diyeceğiz peki? Güzelini dileyecekmişiz. ‘Hayır’ ne demek peki biliyor muyuz? ‘Hayır’ dilemek iyi, doğru ve güzelini dilemektir. Allah bizim için en iyisini bilir. En doğrusunu bilir ve en güzelini bilir. Rabbi yesir duası okurken hayır dileriz. Hayır nedir dersek işte budur. Bu tür şeyler konuşulacağı zaman önce o kelimenin anlamını bilmek lazım, ezbere konuşunca da vebal oluyor. Çünkü insanlar yanlış yönlendiriliyor.
Astrolojinin
hedef kitlesi
Astrolojinin hedef yaş grubu genellikle çalışanlar ya da genç bekarlar. Ama asla yaşlılar işi bitmişler değil. Yani şöyle bir yorum duydunuz bu astrologlardan; “yaşınızdan dolayı çektiğiniz romatizma ağrıları nedeniyle ay dolunayda olduğundan geçici bir süre ağrılarınızda hafifleme olacak” gibi. Yaşlılar ve çocuklar genellikle yetişkinlerin yan konusu. “Çocuklarınızla tartışmayın. Aile büyüklerinizle sorun yaşayabilirsiniz”. Çocuklar ve yaşlılar konunun merkezinde değiller. Çocuklar henüz ergen değiller. Yaşlıların da artık çok da astrologlarla işi yok. “Yaşlı koçları artık bir son bekliyor gibi görünüyor” diye yorum yapanı duymadım. Ancak yetişkin terazinin annesi veya aile büyükleri hakkında kayıp olabilir gibi yorum yapabilirler ancak. Bu nedenle astrologlar hangi yaş grubuna sesleniyorlar, merak ediyorum. Her taraf burç yorumu ile doldu. İbnül Arabi’ye göre astroloji. Kuantuma göre astroloji. Yok ayuverdik astroloji. İnsanların içi rahatlıyor sanırım yorumları dinledikçe. Ama benim aklıma hedef kitleye takıldı. Gerçekten astroloji 18 -60 arasına mı bakıyor?
Artı
Türkiye düşen helikopteri buldu
İran Cumhurbaşkanının helikopterinin düşmesi ve olumsuz hava
koşulları nedeniyle enkaza ulaşılamaması sonucunda Türk Akıncı İHA’nın devreye
girdi. İranlı yetkililerin talebiyle gerçekleştirilen arama kurtarma sonucunda
enkaza ulaşıldı ancak ekipteki tüm yolcular hayatını kaybetmişti. Arama
kurtarma meselesi tüm dünyada gündem oldu. Türkiye’deki bazı gazetecilerin
olumsuz yorum yapması ayrı bir garabet ancak hava sanayiimizin geldi durum göz
dolduruyor, düşmanı da korkutuyor.
Eksi
Apartman temizliği
Almanya’da benim çocukluğumda 80lerde kapıcı yoktu. Herkes kendi kapısının önünü, ya da dairesinin önündeki merdivenleri kendi temizliyordu. Bir defter vardı o her hafta bir daireye gelirdi. Ve baştan aşağıya tüm merdivenler süprülür, sabunlu sularla silinirdi. Görevini yapan daire o defteri imzalar sırası gelen diğer daireye teslim ederdi. Bu çok doğal bir şeydi. İstanbul’da ya da ülkemizde herkes lord valla. Kimse kapısının önünü temizlemiyor. Temizlenmesi için kadının gelmesini bekliyor. Sistematik bir toplum değiliz gerçekten. Kadında para kazansın işte deniliyor. Anlıyorum ama işte sistemsizlik her yere böyle sirayet ediyor. Her şey bir nal ile başlıyor.
O sesler
o besteler
İplik iplik çözüldü ilmek ilmek koptu birbirinden eski nağmeler, o hayatlar ki sabah sümbül kokan yatsı ezanında rast nağmelerine eşlik eden aynı safa rengi sokaklar, bir bir hikayelerde kaldılar. Masallardan bugüne ulaşan tanburun gür sesini duyar gibiyim. Sokaktan geçen kaba ses bağırmasaydı megafonla tırnak kemençenin tiz sesini de duyacaktım amma.. Bir zamanlar ellerindeki sazlarla terennüm ederdi kızlar sevdiklerine kolalı perdelerin arasından. Kızlar, erkekler mutlaka musıki bilgisi ile talimli ve terbiyeli bir nesildi. Anlatıyor hatlar, levhalar, çeşme üzerinde suyun azizliğini. Süleymaniye’nin mehteran duruşunu. Boğazın akışında erguvan geçişli mevsimlerini. Her adımda İstanbul’un arnavut kaldırımlı taşlarında bir ses gizli. Anlayan aşk olsun. Duyana selam olsun. Nerde şimdi o sesler? Bir eski kararmış mezar taşının başında hayal meyal inleyen nağmeler. Ne hatırası kaldı o eski hülyalı İstanbul’un ne de konaklarından aleme yayılan makamların besteleri. Kimse bilmiyor şu konakta bir zamanlar yaşamış olan saba melikesi güzelin sevdasını. Elinde sazı ile aleme göçtüğünü. İstanbul’un sazendeleri ile hanendeleri bir saadet devrinin kahramanları, göçtüler gittiler. Biz ise yapayalnız bestesiz İstanbul’da.
KÖKLÜ MÛSIKÎ
GELENEĞİNİN SON ZİNCİRLERİNDEN BİRİ, BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİ:
UDÎ, REBABÎ CAHİT
GÖZKAN
1923 yılında tertip edilen, devrin ünlü mûsıkîşinaslarının
bir araya geldiği bir mûsıkî meclisinde bir köşede sessizce duran, meşkin
büyüsüne kapılan on üç on dört yaşında olan, ud ve keman da çalabilen genç
delikanlı merakla çalınan nota kağıtlarını karıştırırken, pehlivan gibi iri
cüsseli, heybetli mi heybetli bir İstanbul beyefendisinin yanına doğru
geldiğini fark edince mahcubiyetle hemencecik ayağa kalktı. Beyefendi, burnunun
üstündeki gözlüklerini hafifçe indirerek, genç delikanlıya usulca, davudî ama kibar bir
sesle seslendi.
-Sen,
sen bana meşke gelebilir misin evlâdım?
Hiç beklemediği bu teklif karşısında son derece heyecanlanan,
eli ayağına dolaşan genç delikanlı, usulen zaman kaybetmeden cevap vermesi
gerektiğini pekâlâ biliyordu. Hafif bir tebessümle hemen yanıtladı.
-Tabii gelirim efendim.
Bir mûsıkî meşk silsilesinin, zincirinin son halkalarından
biri olan İstanbul beyefendisinin el verdiği mûsıkîye kabiliyetini sezdiği o
genç delikanlıyla on yedi yıl sürecek mûsıkî meşkleri daha yeni başlıyordu.
Fatih Tezgahçılar Cami hatibi, ud
icra ederek başladığı sanat yaşamını kendi kendine yirmi üç yıl mûsıkî ilmiyle
meşgul olarak sürdürmüş olan nâm-ı diğer Hafız, sarayın Enderûn meşkhanesinde
vazifeli Latif Ağa’nın talebesi Kanunî Mehmet Bey ile meşke başlayınca mûsıkî
sanatının ilmine daha sıfırdan başladığını, hakikî mûsıkî meşkine daha yeni
adım attığını beraber geçirdikleri on beş yıl boyunca sık sık dile getiriyordu.
Kıymetli hocasının “Mûsıkîde ikinci bir Mehmet yetiştirdim.” diyerek andığı ve
kendisiyle on beş yıl boyunca meşk ettiği İstanbul beyefendisi, Hafız Ahmed
Mükerrem Akıncı, 1923 civarlarında terk etmeyi düşündüğü mûsıkî sahasına yeni
talebesi Câhit’in kabiliyetinden etkilenerek tekrar geri dönüyordu.
Genç talebe Câhit, (Gözkan) bir
İstanbul beyefendisi olan hocası Ahmet Mükerrem Bey ile sabahın ilk ışıklarına
kadar süren mûsıkî meşklerinin öncesinde kulağına dolan ilk mûsıki ezgilerini
evde babasının udundan çıkan nağmelerden duymuştu. Babasının yakın arkadaşı
olan Tanbûrî Cemil Bey’in bizzat babası kimyâger Mehmed Hâlid Bey için seçtiği
ud sazından semâya yükselen sesler eşliğinde geçen çocukluk dönemi, babacığının
ebediyete göçünden ötürü hüzünlü bir vedaya sahne olmuştu. Babacığına duyduğu
hasreti mûsıkiye sarılarak gideren genç Câhit, O sıralarda ilk ud derslerini de
babasının talebesi olan yengesinden alarak, bâzı peşrev ve şarkıları icrâ
edebilecek seviyeye erişmişti.
Usta mûsıkişinas Ahmed Mükerrem Bey
ile meşkte el verdiği son çırağı Câhit Bey’in on yedi yıl fâsılasız süren
mûsıkî meşkleri hoca Ahmed Mükerrem Bey’in 1940 yılında hayata gözlerini
kapatmasıyla son buluyordu. Enderûnlu Latif Ağa, Kanunî Mehmed Bey ve
silsilenin son halkası olan Ahmed Mükerrem Bey’den devraldığı bu köklü geleneğin
mirasını yeni gençlere de öğretmesi gerektiğinin bilincinde olan ve ilahî
neşesiyle ayağa kalkan Câhit Bey’in Cerrahpaşa’daki evlerinde mûsıkî meclisleri
1950’li yıllarda tekrar kurulmuştu bile.
Bu meclislere iştirâk eden devrin sanatkârları
İbn’ül Emin Mahmud Kemal (İnan), Kemal Batanay, Abdülbakî Gölpınarlı, Mustafa
Nâfız Irmak, Halil Can, Dede Süleyman Erguner, Şerif Muhiddin Targan, Safiye
Ayla, Laika Karabey gibi sayısız dev isimlerin yanında daha yirmi dört yaşında
olan genç Alaeddin Yavaşça gibi geleceğin hanendelerinin de yetiştirildiği bir
meşkhane ocağının mûsıkî ateşi yükseliyordu. 1955-1956 yıllarında meşklerin
daimî üyesi hâline gelecek olan Ünal Ensarî ile Tanbûrî Fahrettin Çimenli de
katılıyordu. İrfan meclisinin meşklerinin de gönül bağıyla bağlanan ve
ebediyyen kopmayan zincirinde Konya’daki semâ gösterilerinin başlaması için
teşebbüslerde bulunan Câhit Gözkan Bey, 1966 yılına kadar Konya’daki
ihtifallere refakât ediyordu. Radyodaki ud sanatkârlığının yanısıra ilerleyen
yıllarda Samiha Ayverdi’nin ricâsı üzerine Kubbealtı Cemiyeti’nde ud dersleri
veren Câhit Bey, genç talebeleri Dilek Ömürlü, Ali Fırtına, Süha Uyar, Güner
Aygün, Ahmet Kırım ve Cemil Altınbilek’i meşk silsilesine ve dervişâne
geçirdiği ömrüne daha nice ismi bilinen, bilinmeyen öğrencilerini 1999 yılında
vefât edene değin ekliyordu.
Ve tevafuk odur ki 2003 yılında
ziyaret ettiğim rahmetli Müzikolog ve Çalgıbilimci Etem Ruhî Üngör’ün özel
olarak Câhit Gözkan’ın rebab icracılığını araştırmamı istemesi üzerine, Câhit
Gözkan Bey’in icra ettiği, Bektaşî Süreyya Baba’nın kendisine miras bıraktığı
rebab ile Onnik Usta yapımı yeni rebabı üzerinde üniversite çalışmamı
tamamlamam hasebiyle Çiftehavuzlar semtindeki evlerine adım attığım günden yola
çıkarak, bir zaman şeridinden akar gibi geçip bugüne geldiğimizde içinde
bulunduğumuz mayıs ayında vefatının üzerinden tam yirmi beş yılın geçtiğini
fark ettiğimde Câhit Gözkan’ın içinde yaşadığı ve yaşattığı mûsıkî meşkini yeni
nesillere aktarabilmek için 2012 yılında Câhit Gözkan Bey’in talebeleri Cemil
Altınbilek, Ahmet Kırım ve oğlu M. Halit Gözkan tarafından yayınlanan “Mûsıkîde
bir silsile-Hoca Câhit Gözkan’nın Mûsıkî Mirası” adlı iki ciltlik eserin
kapağını açıyorum. Ve onun hayat izlerini aramaya koyuluyorum. Meşk hafızasına alınmış olan ezgilerin içinde
izlerin ve köklü bir geleneğin gerçek sahiplerinin, emanetçilerinin ömürlerini
vakfederek yaşattıkları geleneğin, geleceğe aktarılmasına dair bir parmak izini
dervişâne dualarının yankılandığı sessiz sayfalarda bu devirlerden bir defa
“Ahmet Mükerrem Akıncı” bir defa “Cahit Gözkan” hocaların derinliğinde
suretlere saklanmış, damla görünümlü deryalar geçer diye kalbimden geçirerek
sonsuz rahmet diliyorum.