Barış kelimesi Türkçede köken bilgisi olarak varışmak / barışmak anlamına geldiğini de görüyoruz. Çünkü kaynaklarda etimolojik olarak ilk anlamı 'karşılıklı gelmek' olarak geçiyor. Yani her iki tarafın da birbirine varması olarak açıklanabilir.

Bilirsiniz bir kelime üzerinden giderken kök bilgiye çok önem veririm. Bir kelimenin şu anki kullanışını daha iyi anlamak için mutlaka yapı söküm yapılmalıdır. Bu bize kelime eylem arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarır. Kelimeler rastgele ortaya çıkmış sırdan şeyler değildir. Bir kültürün belirleyici unsurudur kelimeler. Duyguların, değerlerin çıkış noktasıdır kelime eylem ilişkileri. O yüzden kök bilgisini bilirsek o kelimenin değerini daha iyi kavrar, anlam çıktıları ile nerelere varabileceğimiz konusunda bize isabetli kılavuzluk yaparlar. Gelelim şimdi diğer kelimemize;

Çocuk

Çocuk henüz ergenliğe ermemiş cezai ehliyeti olmayan insanoğlunun yaş dönemini anlatmak için kullanılan kavramdır. Bu kadar mı? Elbette değil. Çocuk dediğimizde akan sular durur. Çünkü çocuk her kültürde masumiyeti temsil eder. Çocuk ve çocukluk hepimizin hatıralarında bambaşka bir yeri vardır. Ruhumuzdaki bütün izler çocukluğumuza aittir. Hiçbir şekilde çocukların zarar görmesini, acı çekmesini ve yara almasını istemeyiz. Bilmeden yapılan hatalar, düşüncesizlikler veya tecrübesizlikler haricindekiler tabi. Ancak hiçbir zaman insanlık doğrudan çocukları hedef alarak bile isteye bir kötülüğü planlamamıştır. Veya biz yazılı tarih kaynaklarında böyle bir toplu çocuk katliamına rast gelmedik. Bugün yazımızda çocuk ve barış kelimelerini yan yana koyarak bir şeye dikkat çekmek istiyorsak ortada ciddi bir sorun var demektir. Çocuk zaten doğal olarak barışın olduğu bir dünyada olmalı. Barış çocuğun kendi dünyası zaten. Hatta barış çocuğu adıdır. Çünkü çocukluk bütün saf ve temiz duygularla bir arada olunduğu dönemdir. Güzelliklerin hepsi çocukların dünyasında vardır.

Organize kötülük

Gazze’de planlanmış ve dünyanın sonunu getirmeye, nesilleri travmatize etmeye yönelik bir katliamla karşı karşıyayız. Aylardır bir güruhun şeytanın pabucunu ters çeviren katliamlarını izliyoruz. Her ne kadar dünya medyası kasıtlı bir şekilde savaş dese de asla savaşın bu şekilde olmayacağını çocuklar bile biliyor. Çocukların hayatlarına kasteden bir dünyanın ortasında hep birlikte insanlığını kaybetmemiş insanlar olarak olan biteni izlemek zorunda olmaktan dolayı öfkeli miyiz? Evet çok öfkeliyim, öfkeliyiz. Bu sözde devlet hiçbir şekilde insanlıktan nasibini almamış bu lanet toplum Osmanlı’nın himayesine sığınmadı mı? Müslüman Türkler Yahudilere kucak açmadı mı? Dinini, kültürünü, eğitimini, dilini her şekilde Osmanlı topraklarında sürdürmediler mi? Bu lanetli kavim Türklerden de mi bir şey öğrenmedi? Bu derece organize olup çocukları hunharca katletmekle ne elde edeceğini umuyorlar? Siyonizmi zaman zaman Yahudilikten ayırmak istiyorum ayrı tutmak istiyorum. Ancak Yahudi dinini referans verip yaptıklarını hiçbir zaman meşrulaştıramayacaklarını da mı anlamıyorlar? Oysa çocukların oyununun sonu savaş oyunu bile olsa sonunda güzellik kazanır. Çocuklar oyunda kavga etseler bile unutup barışırlar. Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler. Bu olağan durum çocukluktan çıkana dek sürer. Ta ki bir gün kin, nefret, küslük ve daha nice negatif duyguyu uygulamaya koymalarını egoları söyleyene dek. İşte o egoyu kötü bir şekilde besleyen unsurları terbiye etmek ailenin ve toplumun görevidir.

Barışçıl nesiller

Oysa bu Siyonist akıl sadece Filistinli çocuklara değil hatta en büyük kötülüğü, acımasızlığı kendi çocuklarına yapıyor. İnsan bile isteye çocuklara dokunmaz demiştik değil mi? Hayır işte bu topluluk daha minnacıkken kendi çocuklarını Filistinlilere karşı kin ve nefretle dolduruyor. Organize kötülüğü önce kendi çocuklarına sonra da Filistinli çocuklara ve hatta tüm dünya çocuklarına yapıyor. Bugünün çocukları olan biteni sosyal medya sayesinde çok iyi takip edebiliyorlar. Gelecekte dünyayı nasıl bir nesil bekliyor? Bu topluluğun bile, isteye küçük yaşlarda yaşamak zorunda bırakılan bu acımasızlığı geleceğin nesilleri bugünden zihinlerinde nasıl kodluyorlar? Toplum bilimcilerin analizlerini okumak, duymak isteriz. Hülasa çocukların barış dolu dünyasını dinamitleyen bu güruhun hiçbir geleceği olamayacaktır. Kendi ayaklarına kurşun sıkanlar silahlarına, paralarına ve bunlardan elde ettikleri güçlerine güveniyorlar. Ancak dünya çocukları hep birlikte şunu gördüler ve öğrendiler; kötülüğe karşı barışı ısrarla ve inanarak savunmaya devam ederek güzel bir dünya kurabilmenin mümkün olduğunu. Ve geleceğin nesilleri bugünden bunun nasıl yapılabileceğini de bizden çok daha iyi biliyorlar vesselam.

Acil tasarruf

Aylardır kamuda konuşulan tasarruf konusu her gün medyada gündeme geliyor. Artık acilen her türlü bütçenin gereksiz şeylere harcamaların kesilmesi gerekiyor. Sadece kamunun da değil özel sektörün de milli ekonomiye katkı sağlayacak şekilde planlama yapması lazım. Herkesin birbirini de bu konuda uyarması lazım.

Anadolu insanı kanaatkardı. Bir lokma ekmeği çöpe atmanın günahından korkardı. Yerde görsek ekmek parçasını kurda kuşa yem olsun ayak altında ezilmesin diye yüksekçe bir yere koyardık. Bayatlayan ekmekleri dönüştürürdük. İsraf haramdır diyen bir inancın insanlarıyız. Parklara atılan güya hayvanlara bırakılan ekmekler var. Hem görüntü kötü hem de hayvanlara dahi yemek o şekilde verilmez.

Öte yandan her gün içtiğin o boykotlu içeceğe ihtiyacın var mı? Ne diye alırsın kendine de sor bakalım. Sana ne demeye hakkın var mı? Başkasını öldürürken ben sana müdahale etmezsem bu hak mıdır? Geçen hafta iki gün kafe, restaurant tarzı yerler boykot edildi ama kimse uymadı. Çok da eleştiri aldık. Küçük esnaf kazanmasın mı diyenler çoğunluktaydı. Efendim bu konu çok uzun. Bir başka yazıda açıklayacağım inşallah. Ama lütfen israftan kaçınalım. Şimdilik esen kalın.

Taşın arasından fışkıranlar

Bir sosyal medya platformunda çok güzel anlamlı ve insana umut veren bir habere denk geldim. Hangi ülke neresi belirtilmemiş ancak müthiş bir şey olmuş. Aslında biz de görürüz kaldırım arasından çıkmış otları hatta çınar ağacının fidelerini ya da başka çiçekleri ama öyle bakar geçeriz. Bu kez bir anaokulunda deney amaçlı yapılmış olan bir girişimin sonucu muhteşem olmuş. Kaldırım kenarlarına bilinçli bir şekilde serpiştirilen tohumlar minnacık aralardan çıkıp bu fotoğraftaki güzel görüntüyü ortaya çıkarmış. Doğa aslında bizden yani insanlıktan yana. İnsan isterse doğa ile her yerde bir arada yaşayabilir. Yeter ki fırsat versin ve doğanın tabiri caizse suyuna kibrit suyu dökmesin. Yoksa büyük felaketlerle karşılaşıyor insan. Daha yeni Dubai’de (basına çok yansıtılmasa da) büyük bir sel felaketi yaşandı. Neyse; fotoğraftaki güzelliği anaokulu öğrencileri ve öğretmenleri ile gerçekleştirmişler. Deneyin sonucu azimle girişilen her çabanın mutlaka sonu güzeldir mesajını veriyor. Toprağın o dar yerine ekilen tohumların çatlamasına ve betonun arasında bu manzaranın oluşmasını sağlayan çocukların zihnindeki doğa tasavvuru bizlerden bambaşka olacaktır. En azından her yere beton değil minnacık bir toprağa bile yeşertmek için fırsat kollayacaklar.

Çalışma düzeni verimlilik ilişkisi

Haftada 4 gün çalışma düzenine geçen ilk Türk şirketi olan Aksa Akrilik firmasında, çalışanların motivasyonlarının arttığı şeklinde bir açıklama yapılmış. Pandemi döneminde sıklıkla konuşulan hatta bazı şirketlerdeki kimi pozisyonların evden çalışması kalıcı hale geldi. Pandemiden bile önce evden çalışma pozisyonları olan kurumsal şirketler vardı. Deneme amaçlı olduğunu öğrendiğimiz bu şirketteki çalışma şeklinde haftada 4 gün iş günü olarak kabul ediliyor. Yapılan yorumlarda verimliliğin arttığı konusunda çok olumlu geri dönüşler alındığını anlayabiliyoruz. Ancak uzun vadede durumu tekrar değerlendirmek lazım. Zira başlangıçtaki motivasyonu sürdürmek mümkün olacak mı? Bazen insana ilk başta bu durum güzel gelse de bir zaman sonra alıştığı için yeni güdülenmelere ihtiyaç duyacaktır. Eğer zaman içinde bu çalışma düzeni genele yayılırsa daha farklı değerlendirmeler yapmak lazım. Uzaktan çalışma mesaileri ise bu durumdan daha farklı. Çünkü mesai kavramı maalesef hiç olmayabiliyor. Erişilebilirlik yönetici tarafından şeffaf sınır gibi algılanıyor ve bu sınırın aşılması da kolay oluyor. Evden çalışmak kadınlar için daha zor ve imkânsız olduğunu daha önceki senelerde yazılarımda sıkça dile getirmiştim. Ancak genel anlamda uzun çalışma saatleri monotonluğa sebebiyet veriyor. Bu da bir gerçek. Belki hibrit çalışma şekli de düşünebilir. Sonuç olarak sanayi devrimi, modern dünya derken gelinen bu noktada yeni ve çeşitlilik arz eden iş modelleri oluşacağı kesinlik kazandı. Tek tip modele bağımlı kalınmayacağı kesin. Ama şunu da eklemem gerekiyor yapay zekâ ile bazı meslek dallarının ortadan kalkmasıyla birlikte insanların yeni iş alanlarına yöneleceği kesin gözle bakılıyor. Ya da insanlar aslında olmaları gereken yere yani toprağa yani tarıma dönecekler. En kuvvetli ihtimal ise ben bunu görüyorum.

A r t ı

İlaç listesi

Şeker, kalp ve tansiyon hastası olan bir dostum üç ayda bir hastaneye kontrole gider. İlaç düzenlemesi yaptırır. Diğer tetkik ve tahliller için de kendini önceden hastaneye ve doktora muayene için hazır eder. Sağlık sistemi bileşik kaplar gibidir. Hastane, hekim, sistem, hasta ve hasta yakınları bu sistemin parçası gibidir. Buna göre hasta ve yakınları hekime yardımcı olmak için elinden gelen gayreti göstermelidir. Bu dostumuz hastaneye gitmeden ilaçları hastalıklarına göre sınıflayarak bir tertip hazırlamış. Hekim hangi ilaçları kullanıyorsun diye sorunca ilaç listesini hekime uzatmış. Hekim listeyi görünce öyle mutlu olmuş ki kendisini tebrik etmiş. Mesele hasta ve Hekim arasında sağlığa yönelik katkı sağlamak. Sağlık hizmetlerinin hakkını vermek. Hastaneler o kadar kalabalık ki; hasta ve hekim arasında iletişimin güçlü olması demek, en başta moral motivasyonun yükselmesi demektir. Moral dua hükmündedir.

E k s i

Randevu

Son zamanlarda vatandaşlar hastane randevusu alamamaktan şikayetçiler. Ne yazık ki; vatandaşlarımızın yüzde yirmisi almış olduğu hastane randevusuna gitmediği gibi, randevu iptali yaptırmamışlar. Bu kul hakkına girmek demektir. Bunu eleştirdiğimiz gibi Bakanlık randevu talebi oluşturmayla ilgili yeni bir talimat yayımladı. Maksat randevu iptallerini önlemek. Bir okuyucumuz saat 16.00'da randevu talebi kabul edildiğini bildiren SMS aldıktan sadece 15 dakika sonra yani 16.15'e kadar onaylaması gerektiği uyarısıyla karşılaşıyor. Böyle bir sistem ve otomasyona insanı panikletebiliyor. En azından gün içinde SMS bildirimi geldiğinde 24.00'e kadar bir opsiyon tanınmalı ki sistem daha sağlıklı işlesin.

Yağmur ve sevinç

Uzak Asya ülkelerinde bütün köylüler Muson yağmurlarını beklerler. Yağmur demek onlar için hayat demek. Aşk demek, muhabbet ve bereket demek. Günlerce beklerler o yağmuru. Toprak suya doysun ekilen tohumlar çıtlasın, filizlensin bitkiler ve ağaçlar suya doysun adeta bir şenlik olsun.

Birden gökyüzünde bir yağmur bulutu beliriverir; sanki işaret fişeği gibi. Arkasından birden kararıverir hava ve uzaktan da kesif bir toprak kokusu yayılır etrafa. Yağmur başlamıştır uzaklarda. Sonra üst üste şimşekler çakar, damar damar yansır ufuklara. Havanın gümbürdemesiyle bardaktan boşanırcasına başlar yağmur yağmaya. Gökkubbe yarılırcasına yağar yağmur ve yağmurun çılgınca yağması bütün köylüleri toplar meydana. Yalınayak köylüler sevinçten çılgınca tepinirler. Ellerine terliklerini alırlar havaya kaldırarak Tanrı’ya şükürlerini çekik gözlerinden akan damlalar eşliğinde sunarlar. Birbirine sarılırlar. Yağmur rahmettir ve rahmet de berekettir; böyle biline.

Sevilay Acar

SARILABİLİR MİYİZ?

-Neden üşüyor muşuz biliyor musun?

-Neden

-Sevgi yetersizliğinden

Sessizce balkonda oturup, yeni tomurcuklanan gül ağaçlarının hafif bir rüzgâr ile bir o yana bir bu yana sallandığını izlemeye koyulduk. Aklıma Edip Cansever’in dizeleri geliyor:

“Hayır, hiç yadırgamıyorum yokluğunu,

Sarılıp gövdesine sımsıkı sarılabilirse bir kadın,

kendini doğurabilir isterse”

Biz de bu gül ağacı gibiyiz işte diye geçirdim içimden. Onlarca tomurcuk var dallarımızda açılmayı bekleyen. Bazen rüzgâr bazen yağmur eşlik ediyor halimize, bazen fırtına, bazen de toprağımızı saran böcekler… Hepsi biz daha kırmızı, daha sarı, daha pembe açabilelim diye. Kimi fark ediyor bizi, sevgiyle konuşuyor, bakıyor bize, kimi karşımızda bin bir düşünceyle oturuyor karşımıza, orada olduğumuzu bile fark etmiyor. Kimi sallıyor bedenimizi, yüreğimizi yerinden oynatıyor, kimi korkuyor dikenlerimizden, dokunamıyor. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun bir şekilde büyüyor ve açıyoruz mis gibi kokarak. Yerimizi sevmiyoruz kimimiz, boynumuzu eğiyor, umutsuzlukla soluyoruz, kimimiz sevildiği yerde coştukça coşuyor güllenmeye. Yerimizi güzel yapan şey kökümüzmüş anlayarak, olduğumuz yerden başka dallara uzanarak, daha önce üşüdüğümüz yerden üşüyenlere sıcacık sarılarak, sarmaşık gül ağaçları olarak dağılıyoruz. Ve bir gün kendimizi sevmeyi öğreniyoruz, kendimize merhamet etmeyi, şefkatle kendimize sarılmayı…

Üşümek deyince aklıma ilk gelen şey sarılmak oluyor. Sarılmanın anatomisine baktığımda, vücutta kan basıncını dengelediğini, beyindeki kan basıncı oranını düşürdüğünü görüyorum. Acıyı azaltıyor, sakinleşmemizi sağlıyor. Sarıldığımızda vücutta oksiton hormonu salgılanmaya başlıyor. Bu hormon hem erkeklerde hem de kadınlarda hipofiz bezinin arka tarafından salgılanan, mutluluk, aşk, sevgi gibi duyguların kaynaklarından biri olan bir hormon. Hormon salgılandığında kişi mutlu hissediyor ve sarıldığı kişiye bağlanıyor. Gül ağaçlarının dallarının, sarmaşık çiçeklerinin neden birbirlerine sarıldıklarını anlıyorum. Bu daha iyi büyümek ve zor şartlarda ayakta kalmak için bir beslenme şekli.

Dünyada sarılma seanslarının yapıldığı “sarılma merkezlerinin” hızla yol aldığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Türkler olarak çok da yabancılık çekmediğimiz bir eylem sarılmak, ruhumuzda var. Sarılıp sarmalamadan göndermeyiz bize geleni. Bu ezberimizde olan ata geleneğini hatırlamaya ihtiyacımız var sadece. Sarılma kaslarının bu kadar kuvvetli olduğu bir toplumun içinde yaşıyor olmamız ısınma şansımızı artırıyor, iç sesleri değil, ezberimizi bastıran dış sesleri kısabilirsek ısınabiliriz belki de.

Ağaca sarılan insanların fotoğrafını gönderdi bir dostum. Karşılıksız sevmenin, bir başka canlıyla bağlantı halinde olmanın, sevgiye o kanalla bağlanmanın, özdeki enerjiyi hissetmenin ısıtan bir yolu.

Geçenlerde bir sohbet izledim. Sohbet esnasında sağ ve sol kavramları konuşulmaya başlandı. Haksızlığa uğrayan insanlar, bir dönem anlaşılmadıklarını, ayrımcılık yapıldığını anlatıyorlardı. Ayrımcılığı savunurken ayrımcılık yaptığımızın farkına varmadan yol alabiliyoruz bazen. Farklılıkların olmamasını savunurken, öteki dediğimizin sesini kısabiliyoruz. Haklılığın üzerini haksızlıkla örttüğümüzü fark etmeyebiliyoruz.

Isınmak için birbirimizin farklılık örtüsüne ihtiyacımız olduğu an, mağdur olmamıza rağmen farklılıklara kucak açtığımız ve sarılan kollardan şüphe duymadığımız zaman, kollarımızın, kucağımızın buluştuğu o sıcaklığın içinden buhar olup uçacak belki de şüpheler, ön yargılar, savaşlar; iç savaşlar, iç sesler… İyi ya da kötü eşlik ediyoruz birbirimizin hikâyelerine. Bu konuda da kendimize ve farklılıklara biraz sarılmaya ihtiyacımız var.

“Muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” Der Tolstoy.

Kendi hikâyelerimizin kahramanları olarak hep bir yolculuk halindeyiz. Yola çıkan da, şehre gelen yabancı da biziz aslında. Hem yerlisiyiz kendimizin hem de yabancısıyız. Yol boyunca başımızdan geçen birçok macera, karşılaştığımız her insan bir tohum atar iç bahçemize. Bu nedenle pek de yabancı değiliz birbirimize. Kendi senfonisini oluşturan çiçekleriz, Özdemir Asaf’ın Çiçek Senfonisi şiirinde anlattığı gibi:

“Çiçeklerin akşamlarını
Akşamların çiçekleri
Aydınlatır.

Çiçeklerin adlarını
Birbirlerine benzemezlikleri
Adlandırır.”

Dış mekân ve iç mekan zamansızlığının içinde mekânsız bir kalp misafirliğinde hepimiz O’yuz, Ondanız işte. Ne ondan bundan, ne oncu, ne de buncuyuz: insanız sadece. Hatamızla, kusurumuzla, sevilmişimizle, sevgisizimizle birbirimizin hikâyesine misafir insanlarız işte.

Aynı toprağın çiçekleri, ağaçları olduğumuzu anımsayarak, birbirimizin oluşumuna renk vererek sarabilir miyiz?

Bir hikâyenin içinde sağına soluna bakmadan yürüyebilmek, asıl hazineye doğru yol alabilmek için, ötekileştiğimiz yerde ötekileştirmeden yaşamak, yok sayıldığımız yerde kendi içimize bakarak girebilir miyiz adına kalp denen şehirlere?

Hikâyenin içindeki yarayı iyileştirmek, geçmişi bugünde şifalandırabilmek ve bizden sonraki kuşağı sevgiyle ısıtmak için yaralarımızla sarılabilir miyiz birbirimize?

Bir zamanlar sebepsiz ve nedensiz, hesapsız ve kimliksiz sımsıkı sarılabildiğimizi hatırlayabilir miyiz?