Virüsün siyasi bakışımıza da radikal bir değişim getirmesi beklenmelidir.
Yeni yılın ilk gününde yeni yılın ilk yazısında merhaba! Geçtiğimiz 2020 yılı bizim belki de 20 yılda yaşayacağımız değişimleri sadece bir yılda hayata geçirmemize sebep oldu. İnsanların yaşam tarzları (yani tüketim tercihleri) zorunlu olarak değişti. Mal ve hizmetlerin nakliyesi önem kazandı, (eğitim gibi) bazı hizmetlerin üretiminde köklü değişim gerçekleşti ve salgının yol açtığı kapanma sürecinde (e-ticaret, kargo ve taşımacılık gibi) bazı sektörlerde ciddi talep artışı oldu. Bunlar üretim ve tüketim açısından gerçekleşen değişimlerdir. Öte yandan, insanların sosyalleşme süreci de büyük ölçüde değişime uğradı. Çeşitli sosyal medya araçları ve platformları üzerinden görüşmek yüz yüze görüşmenin yerini aldı. Restoranlar, konser salonları, sinema ve tiyatro gösterim merkezleri büyük ciro kayıpları yaşadılar. Bütün bunlar bir virüsün hayatımızda yol açtığı travmanın sonucunda ortaya çıktı. Ancak virüsün ortaya çıkmasından önce de, birçok sosyal bilimci, önümüzdeki 20-30 yıl içinde teknolojideki gelişim sonucunda bugün yaşadığımız hızlı değişimin -çok daha yavaş bir şekilde de olsa- gerçekleşeceğini iddia etmekteydiler. Aslında virüs planlanan ve tahmin edilen değişimin sadece hızlanmasına yol açtı.
Virüsün siyasi bakışımıza da radikal bir değişim getirmesi beklenmelidir. Virüs öncesinde dünya medyasında ve kamuoyunda bazı temel kavramlar dokunulmazlık taşıyordu: Serbest piyasa, özel girişimler, bireysel özgürlük gibi… Bazı kavramlar da modası geçmiş, miadı dolmuş olarak kabul ediliyordu: Sosyal devlet, sağlık ve yaşam güvencesi, milli menfaatler ve vatan gibi… Virüsün ortaya çıkması ile birlikte, insanlar, bütün teknolojik gelişmeye ve birikmiş servetlerine rağmen her an canlarını kaybedebilecekleri gerçeği ile karşı karşıya kaldılar. Gelişmiş ülkelerin dünyayı sömürmesinden nemalanan ve bunun rahatıyla yaşayan bu ülkeler vatandaşları birden yeniden işsizlikle karşı karşıya kaldılar. Özel sağlık sistemlerini savunan milyonlarca serbest piyasa gönüllüsü, yüzlerce piyasa profesyoneli, özelleştirme taraftarı ve küreselleşme yandaşı onlarca aydınlatılmış birden devletin vatandaşına sağlık ve yaşama güvencesi vermesi gerektiğini hatırladı. Bizim gibi ülkelerde “vatan ve milli menfaatler” diyen herkese istisnasız “faşist yaftası” yakıştıran bir grup aydınlatılmış, örnek aldıkları Batılı devletlerin mesele kendi vatanları ve kendi milli menfaatleri olduğunda diğerlerine karşı ne kadar acımasız ve gaddar olabileceğini gördüler. (Kaldı ki bunu görmemek için ya kör ya da ahmak olmak gerekirdi!) Hepsinden öte bir seneye yakın bir zamandır yaşadığımız süreç, bize “zamanın ruhu” olarak lanse edilen küreselleşmenin bütün insanlık için yarattığı en büyük tehlikeyi de gözlerimize soktu. Bundan sonra, hemen hemen bütün toplumlarda “yeniden sosyal devlet” ve yeniden “planlı ekonomi” taleplerinin yükseleceğini beklemek hiç de hayalcilik olmayacaktır.
“Hocam, sosyal devlete ne gerek var? Ülkemizde birçok özel yardım kuruluşu var. Fakire fukaraya bulgur, nohut, makarna dağıtıyorlar. Hem bizim ülkemizde aile kavramı halâ daha gücünü koruyor. İnsanlar sıkıştıklarında aile içi dayanışmayla meseleyi çözüyorlar.” Bu soruya cevap vermek için ilkel toplumlardaki dayanışma ile gelişmiş toplumlardaki sosyal devlet örgütlenmesinin farkını anlatmak gerekir.
Bundan önce birçok yazımda Anadolu ve Rumeli coğrafyalarında Türk İslam medeniyetinin rekabet değil dayanışma, bireycilik değil toplumculuk temelinde yükseldiğini açıklamıştım. Ancak daha büyük bir genelleme yaparsak bütün insanlık tarihindeki gelişmenin temelinde de dayanışma olgusu öne çıkmaktadır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği iletişim gücüdür. Bu sayede elde ettiği bilgileri sonraki kuşaklara aktarabilmiş, birlikte hareket ederek kendisinden çok daha güçlü canlıları alt edebilmiş, doğada bulunmayan (hukuk, devlet, adalet, aile gibi) soyut kavramlar geliştirerek bu kavramlar etrafında çok daha fazla bireyi örgütleyebilmiştir. Bunların sonucunda insanlar doğaya hükmedecek ve onu kendi çıkarına dönüştürecek bilgi ve donanıma sahip olmuştur. Dolayısıyla insanı insan yapan birlikte ve bilinçli olarak hareket edebilme kabiliyetidir. Tarihte rekabet vardır, hatta bütün tarih rekabetin yol açtığı savaşlarla doludur. Ancak bu bireyler arası değil, farklı değerler etrafında örgütlenmiş toplumlar arasındaki rekabettir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlık tarihindeki ilerleme bireyler arası rekabete değil, bireyler arası güç birliğine ve dayanışmaya dayalıdır. İşte bugünkü ve bir sonraki yazılarımda sanayi öncesi toplumlardaki topluluk / cemaat içi dayanışma ile sanayi toplumundaki ve içinde bulunduğumuz sanayi sonrası toplumdaki sosyal devlet ve küresel kurumlar merkezindeki dayanışma arasındaki farkları anlatacağım.
Sanayi öncesi tarım ve ticaret topluluklarında dayanışma
Sanayi öncesi tarım ve ticaret topluluklarındaki üretim yapısı sonucunda ortaya çıkan dini, sosyo-ekonomik ve etnik örgütlenmelerdeki dayanışma ile modern toplumdaki sosyal devletin sebep olduğu gelirin yeniden dağıtımı rolü birbirinden çok farklıdır. Tarım toplumları sanayi toplumuna göre entegrasyon düzeyi düşük yerel ekonomilerin birer yamalı bohçası gibiydiler. Entegrasyon toplumsal bütünleşme demektir. Bu anlamda entegrasyon bir toplumun yerel pazarları arasındaki ticaret hacmine, yerel topluluklar arasındaki bilgi ve kültür alışverişinin sıklığına, toplumdaki bütün bireylerin ortak değer ve çıkarlar etrafında birleşmelerine bağlıdır. Tarım toplumları kendi kendine yeten küçük yerel pazarların birbirleriyle ancak düşük düzeyde ticaret yapabildikleri, farklı vilayetlerde farklı dillerin konuşulduğu, insanları bir araya getiren değerlerin yerel değerler olduğu bir örgütlenme sunuyordu. İnsanlar geniş alanlarda seyrek topluluklar halinde yaşamaktaydı. Bunun sebebi de kişi başı üretim kapasitesinin düşük olması kadar nakliyenin hem pahalı olması hem de uzun zaman almasıydı. Tarım toplumlarında iş bölümü ve uzmanlaşma ancak ilkel düzeydeydi. Örneğin bir çiftçi yiyeceğini ve giyeceğini kendisi temin eder, barınağını kendisi inşa eder, hastalıklarını kendisi tedavi eder, çocuklarını olduğu kadar kendi aile büyüklerini de içeren geniş bir aile içinde yaşardı. Yani herkes her işi yapmak zorundaydı. Gerekirse toprağını korumak için silaha da sarılırlardı. Böyle bir toplumda yerel aşiretlerin veya dini tarikat örgütlenmelerinin sunduğu dayanışma biraz da içinde bulundukları toplumun dayattığı şartlardan kaynaklanmaktaydı.
Göçebe topluluklarda dayanışma
Tarım toplumları böyleyken, hayvancılıkla geçimini sağlayan göçebe toplumlar nasıldı? Dayanışma, göçebe toplumlarda belki tarım toplumlarına göre daha da önemliydi. Göçebe toplumlar devasa koyun, at ve sığır sürülerini besliyorlardı. Bunların beslenmesi için de mevsimden mevsime yayladan yaylaya göç etmek zorundaydılar. Tek bir aile bu büyüklükte sürüleri idare edemeyeceği gibi, küçük sürülerin de ekonomik olarak getirisinin az olduğu söylenebilir. Bu yüzden adeta her biri çok geniş birer aile hükmündeki oymaklar ve aşiretler şeklinde örgütlendiler. Bu göçebe topluluklarında mülkiyet ortaktı. Yani temel ekonomik faktör olan hayvan sürüleri oymağın ortak malıydı. Savunma ortaktı. Oymak savaşa girerse bütün fertleri (kadın ve çocuklar da dâhil) birlikte savaşırdı. (Türklere boşuna ordu-millet dememişlerdir.) İdare de ortaktı. Göçebe oymaklarda bir çeşit ilkel demokrasi vardı. Göçebe toplumlar tarım ve ticaret toplumlarına göre çok daha pratik toplumlardı. Bu yüzden kültürleri daha çok yazılı değil sözel kurallara (töre) dayanmakta ve yerleşik tarım toplumlarının sahip olduğu yazılı kanunlara dayalı devlet otoritesini de tanımamaktaydı. Son olarak göçebe oymaklar çoğu zaman anaerkildi. (Anaerkil toplum çoğunlukla yanlış anlaşıldığı üzere kadının üstün olduğu toplum değildir, aksine kadın erkek eşitliğinin olduğu toplumdur, DMD.)
Pekiyi sanayi toplumunda işler nasıl değişti? O da pazartesiye kalsın.