Salı günkü Meclis Grup Toplantısında MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli hepimizin bildiği gibi yeni bir çözüm sürecini başlatacak fitili ateşledi.

Mealen eğer terör örgütünü silâh bıraktıracaksa, Apo’nun hapisten çıkarılıp Meclis’te DEM Parti grubunda konuşmasını istedi. Eğer bu girişim başarılı olursa affedilmesi için gerekenleri yapabileceğini de ekledi. Tabii kamuoyumuz böyle bir konuşmayı başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere herkesten beklerdi de Sayın Bahçeli’den beklemezdi. Konuşmanın içeriğinden çok konuşmacının kimliği çoğumuzu şaşırttı. Ama ben şaşırmadım. Uzun zamandan beri Türk Sağı (ki bence CHP’nin seçmeni değil ama yöneticileri de bu gruba dahildir) denen siyasi grubun hiçbir ideolojiye sahip olmadığından, siyaseti esnaflık gibi bir meslek olarak gördüklerinden, tek amaçlarının kendi şahsi siyasi ikballeri olduğundan, genel seçmen kitlesinin de kasabadan şehre göç eden mesleksiz, aidiyetsiz ve eğitimsiz geniş kitleler olduğundan dem vuruyorum. Bu yüzden Sayın Bahçeli’nin partisinin ve içinde bulundukları Cumhur İttifakının siyasi geleceği için 40 yıldır söylediklerini bir çırpıda çöpe atmasına hiç şaşırmadım. Demek o zaman siyaseten öyle gerekiyordu, şimdi de siyaseten böyle gerekiyor.

Tabiî ki, ben siyasetçi değilim. 25 senedir İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesiyim. 7 yıldır YeniBirlik yazarıyım. Falanca partinin filanca il başkanı ne demiş, Anadolu’nun falanca kasabasında parti il başkanı kimin takımından seçilmiş, hiçbir zaman böyle dertlerim olmadı. Ben milletimin vergileriyle maaş alan bir iktisat profesörüyüm. Bu yüzden, falanca lider veya filanca partiye değil doğrudan milletime karşı sorumluyum.

Bu yüzden bugün yeni çözüm sürecinin doğal sonucu olabilecek bazı olguların iktisadi analizini yapacağım. Bu yazıdaki görüşlerim bazılarımızı kızdırabilir, yıllarca öğrendiğimiz ezberlerin bozulmasına yol açabilir. Niyetim hiçbirinizi kızdırmak değil, sadece bilgim kadarınca süreci açıklamak.

KÜRTÇÜLER NE İSTİYOR?

Öncelikle her şeyi açık bir şekilde konuşmaktan yanayım. Türkiye’de uzun yıllardan beri kendileri ve -özellikle- liberal sol aydınlatılmışlar tarafından “Kürt Siyasi Hareketi” olarak tanımlanan yapı, esasen, bölücü terör örgütü PKK’nın şehirdeki siyasi propaganda koludur. Hukuken bunu diyemezsiniz denebilir, ben hukuken konuşmuyorum zaten. Bu siyasi parti ve onun örgütü, kendilerinin de kabul ettiği üzere, PKK’yla organik bağ içerisindedir. O zaman romantik kelimelerle “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” diyerek hayale kapılmayalım. Sorumuzu açık bir şekilde soralım: Kürtçüler ne istiyor?

Cevap açıktır: Kendi kontrollerinde bağımsız bir Kürt Devleti. Bu devlet Türkiye, Irak, Suriye ve İran’dan alınacak topraklar üzerinde kurulacaktır. Kendilerini “Kürt Siyasi Hareketi” olarak tanımlayan bu arkadaşlara göre bu ülke Büyük Kürdistan’dır. Bu emele ulaşmak için ilk etapta dört ülkede özerk Kürt Bölgelerinin oluşturulması ve sonra da bu bölgelerin birleşerek bağımsızlık kazanması ana amaçtır. Yine kendilerinin bildirdiğine göre “Kürt Siyasi Hareketi” “devrimci, feminist, çevreci, sosyalist” bir harekettir. İdari olarak kantonların özyönetimi ilkesinden ve doğrudan demokrasiden bahsederler. Ancak son 7-8 yılda Rojava “pratiğinde” (!) hepimizin gördüğü durum bambaşkadır: Kürt olmayan Arap ve Türkmenlerin zorla yerlerinden sürüldüğü, kendilerine karşı olan Kürtlere her türlü baskının yapıldığı, hukukun ve devlet nizamının değil kaba kuvvetin egemen olduğu bir yapı… Bir de ABD emperyalizminin taşeronu olmaları cabası. Pekiyi Türkiye’dekiler farklı mı? Teorik olarak bir farkları yoktur, bunu kendileri de kabul eder. Köprüyü geçene kadar “ayıya dayı” diyerek konfederasyondan, halkların kardeşliğinden dem vururlar, iktidarı ele geçirdikleri anda ise -adeta Kamboçya’daki Pol Pot rejimi misali- demir yumrukla milleti inim inim inletirler.

İşte çözüm süreci, aslında, Türkiye Cumhuriyeti topraklarından bir kısmı üzerinde başka bir devlet kurmak isteyen, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bir kısmını etnik kökeni ve soy bağlarına bağlı olarak ayrıştırmak isteyen, askeri anlamda yenilmiş ve siyasi anlamda da söyleyecek bir sözü kalmamış bir suç örgütüyle vatanın ve devletin egemenliği üzerinde müzakere etmek demektir. Hukukçular daha iyi bilir, Ceza kanununda ilgili madde şöyle geçiyordu galiba: “Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü yıkmaya çalışmak, yıkmaya çalışanlara yardım ve yataklık etmek…”

Varsayalım ki çok milliyetçi ve mukaddesatçı siyasilerimiz bu konuda aziz milletimizin de onayını aldılar. Yeni çözüm süreci başladı ve sonuçlandı. Bölücü eşkıya ve terör örgütü silâh bıraktı. Bunun gerçekleşmesi için onların istediklerinden bazısını verecekseniz. Aslında Kürt kökenli kardeşlerimizin alınan devlet hizmeti, siyasi temsiliyet, vatandaşlık hakları açısından hiçbir eksiklikleri yoktur. O zaman, onların istekleri ve devletimizin vereceği taviz sahip olmadıkları üzerinedir: kollektif haklar ve en azından federatif bir yapı olacak şekilde özerklik. Türkiye tek millet ilkesinden vaz geçip, kurucu iki halk ilkesine göre yeniden kurulacaktır. Yani “Kürt Siyasi Hareketi” adıyla PKK ülkenin bir kısmında kendi bayrağı, kendi ordusu ve polisi, kendi meclisi ve resmi dili olan bir özerk yönetimde tam hâkim olurken, ülkenin geri kalanında da merkezi yönetimde ortak olmak istiyor. Bunun Kürt kardeşlerimizin isteği olmadığını söylemek çok mümkündür. Öyle ya, 40 yıldır dağda bir grup eşkıyaya komutanlık taslayan Murat Karayılan, Cemil Bayık ve benzerleri çözüm yapılınca ne olacak? Karayılan Urfa’da emekli hayatı mı yaşayacak, Bayık Bingöl’de iddia bayisi mi açacak? Bu adamlar, yani kırk yıldır Cumhuriyet’e başkaldıran eşkıyalar, Doğu’ya Paşa, askeri ve mülki amir olmak isteyecekler. Aşağısı kurtarmaz. Pekiyi böyle bir yapı iktisadi olarak hem biz hem de onlar için rasyonel mi? Bakalım…

FEDERASYON VE KURUCU İKİ HALK DAHA BÜYÜK FAKİRLİK GETİRİR

Diyelim ki Türkiye başta sözde Kürdistan olmak üzere birkaç eyalete bölündü. Her eyalet kendi vergisini toplayabilme, kendi eğitim, sağlık, güvenlik hizmetlerini verme hakkına sahip oldu. Bölücü terör örgütünün sözde Kürdistan eyaleti Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi en düşük bölgesidir. Buradan toplanan vergilerle, bugün beğenmedikleri Cumhuriyet idaresinin sağladığı hizmetlerin onda birini bile yapamazlar. Çünkü Türkiye’nin doğu bölgesindeki vilayetlerden toplanan vergi o vilayetlere yapılan kamu harcamalarının yüzde 20’sini bile karşılayamaz. Merkezi Hükümet destek çıkabilir, denebilir. Kusura bakmasınlar ama, Marmara’nın Ege’nin, Akdeniz’in de eli armut toplamıyor. Bu tarz konfederatif bir yapıda diğer bölgelerdeki vatandaşlar kendi vergilerinin kendi bölgelerinde harcanmasını isterler. Yani bölge vatandaşlarımız çözüm süreci başarılı olursa bugün milli devletin sağladığı imkânları unutsunlar. Marmara’nın vergisi Marmara’ya, Ege’nin vergisi Ege’ye harcanır. Sözde Kürdistan eyaletinden toplanacak vergi de kendi bölgelerinde, artık ne kadar toplayabilirlerse.

TÜİK’in verilerine bakarsak kaçak doğal gaz ve elektrik kullanımının Doğu ve Güneydoğu bölgemizde vahim oranlara yükselmiş olduğunu görüyoruz. Sözde Kürdistan Eyaleti’nde PKK militanları jandarma ve asker, örgüt liderleri komutan ve kaymakam – vali olacakları için bölgedeki vatandaşlarımız kaçak elektriği ve gazı unutsunlar. Son kuruşuna kadar tahsil edilir.

Bölgede çok saygı duyulan din adamı Meleler ve aşiret reisleri de tası tarağı toplamaya hazırlansınlar, çünkü devrimci KCK yönetiminde dini taassuba ve hurafelere yer yoktur. Onların “halkı özgürleştirme” ile kastettiklerinden biri de dini toplumsal hayattan silmektir. Dileyen örgütün önemli yazarlarını bir okusun. Hem hurafeci Melelere hem de işbirlikçi feodallere son vereceklerini kendileri beyan ediyor, ben demiyorum.

Eğer bir entegrasyon sürecinde iki farklı devlet ticaret engellerini kaldırır, emek ve sermaye dolaşımını serbest bırakır, ortak para politikası uygular ama her ülke kendi özgür maliye politikasını uygularsa sermaye fakir olan bölgeden zengin bölgeye kaçar. Çünkü gelişmiş bölgedeki birikmiş alt yapı sermayesi ve beşeri sermaye sebebiyle sermayenin getirisi gelişmemiş bölgeden daha fazla olacaktır. Ancak ortak para politikası olduğu için reel faizler bu ikisinin arasında olacaktır. Yani bölgede ne kadar servet sahibi, iş adamı, eğitimli insan varsa, fabrikalarını da firmalarını da, birikimlerini de alıp İstanbul’a İzmir’e kaçar.

Özetleyecek olursak sözde Kürdistan’ın kurulması bölgenin bugünkünden daha da fakirleşmesine, özgürlüğün artmasının tersine karanlık bir baskı rejiminin kurulmasına yol açar. Oradan kaçan insanları da diğer bölgelere alırlar mı, (bence almazlar da, neyse) bilmiyorum. Bir de böyle bir bölünme sonunda İstanbul’da, İzmir’de yaşayan Kürt kökenli kardeşlerimizi Marmara ve Ege Bölgesel yönetimleri kendi bölgelerinde barındırır mı? Barındırmaz herhalde… Yani bugüne kadar olmamış olan iç savaşın tohumları yeni çözüm sürecinde atılmış olur.

Bu konuda daha söylenecek çok şey var da… O da başka bir zaman inşallah…