Daron Hoca’nın Nobel Ödülüne giden yoldaki eserlerini geçen yazıda özetlemiştim.

Bu yazıda bunların ne anlama geldiğini yorumlayacağım. Bununla birlikte Daron Hoca’ya yöneltilen eleştiriler bulunmakta ki, bunların bir kısmına ben de kısmen katılmaktayım, bu eleştirileri de değerlendireceğim.

DARON ACEMOĞLU’NUN ANA TEZİ VE SOSYAL SERMAYE

Biz iktisatta sermaye kavramını genelde üretim faktörlerini betimlemek için kullanırız. Bunlar üretimde kullanılan her türlü makine ve teçhizat anlamında fiziki sermaye, bütün sektörlerde üretimin etkin bir şekilde var olması için gerekli olan ve (ulaştırma, haberleşme, enerji dağıtımı, elektrik, gaz ve su şebekeleri gibi şehircilik hizmetlerini içeren) altyapı sermayesi ve üretimde kullanılan birikmiş bilgiyi içeren beşeri sermayedir. Ancak sermaye kavramını kullandığımız ve doğrudan üretim sürecinde etkin olmayan iki kavram daha vardır: mali sermaye ve sosyal sermaye.

Mali sermaye mevcut üretim kapasitesinde üretimi ve üretim kapasitesinde artış sağlamak için gerekli olan yatırımı finanse eden mali fonlara verilen addır. Mali sermaye (finansal hizmetler haricinde) doğrudan üretime girmez ama mali sermaye olmadan da ne üretim ne de yatırım mümkündür. Mali sermayeyi üreten bankacılık ve finans sektörüdür.

Sosyal sermaye, "belirli bir toplumda yaşayan ve çalışan insanlar arasındaki, o toplumun etkili bir şekilde işlemesini sağlayan ilişki ağlarıdır". Kişilerarası ilişkiler, paylaşılan kimlik duygusu, paylaşılan anlayış, paylaşılan normlar, paylaşılan değerler, güven, iş birliği ve karşılıklılık yoluyla sosyal grupların etkili işleyişini içerir. Bazı sosyal bilimciler sosyal sermayeyi ortak bir amaç için kamu malları üreten bir sermaye biçimi olarak tanımlar, ancak bu yaklaşım tartışmalıdır. Bir bireyin sosyal sermayesi çevresi ve çevresi ile olan ilişkilerine bağlıdır. Bir toplumun sosyal sermayesi ise onun bir millet vasfına sahip olmasını sağlayan ortak kimlik duygusu, ortak norm ve değerler ve ortak yaşam standartlarıdır. Yani bir toplum ne kadar milletleşebilmişse sosyal sermayesi de o kadar yüksektir.

Daron Acemoğlu’nun gerek Robinson’la birlikte yazdığı ve demokrasi ve diktatörlüğün iktisadi sebeplerini incelediği “Demokrasi ve Diktatörlüğün İktisadi Kökenleri” gerekse 2012 yılında yayınladıkları “Ulusların Çöküşü” adlı kitaplarında anlattığı aslında esaslı ve kalıcı bir kalkınma için en önemli unsurun “sosyal sermaye” olduğudur. Bir insan topluluğunun millet olabilmesi için üç temel esas vardır ve bunlar aynı zamanda Fransız İhtilâlinin sembolü olan sloganıdır: Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik.

Eşitlik vatandaşların yasalar ve devletin uygulamaları karşısında eşit olduğu, torpilli, imtiyazlı ve il başkanının kayınçosundan referanslı kimsenin olmadığı ve her vatandaşın fırsat eşitliğine sahip olduğu bir toplumun temel düsturudur. Özgürlük o topluluk içinde bireylerin inanç ve düşüncelerini ifade edebilme ve serbest girişimde bulunabilme özgürlüğünü ifade eder. Bu özgürlükler toplumsal barış için sınırlandırılır: Bir bireyin özgürlüklerinin sınırı diğer bireylerin özgürlükleridir. Eşitlik ve özgürlüğün olduğu bir toplumda bireyler arasında ortak bir kimlik ve dayanışma duygusunun oluşması ise kardeşliği temsil eder. Bu dediklerimin gerçekleşebilmesi için bir milli devlete ya da sol cenahta olduğunu iddia eden arkadaşların tercihiyle bir ulus devlete ihtiyaç vardır. Bu milli devletin kuvvetler ayrılığı ve laiklik ilkelerini benimsemiş katılımcı bir demokrasi olması da gerek şarttır.

Daron Hoca’nın meşhur ettiği kavramlardan “kapsayıcı kurumlar” işte bu eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğü sağlayan devlet ve toplum yapısını oluştururken, “dışlayıcı kurumlar” tam tersine eşitlik kardeşlik ve özgürlüğü bozan kurumlardır.

Daron Hoca’nın ele aldığı ülke örnekleri, esas itibariyle, eskiden sömürge olmuş ve birbiriyle aynı coğrafyayı paylaşan ve başlangıçta aynı iktisadi birikime (veya birikimsizliğe) sahip olan ülkelerdir. Örneğin Haiti Adasındaki Dominik ve Haiti Cumhuriyetleri… İngiliz etkisi altındaki Dominik Cumhuriyeti Anglo Saksonlar’dan aldıkları kurumsal yapıyla ilerlerken İspanyol – Fransız etkisi altındaki Haiti başarısız olmuştur. Yine ABD ve Meksika sınırında yer alan ve yarısı Meksika’nın yarısı ABD’nin olan bir kasabanın ABD‘li yarısı Meksikalı yarısına fark atmıştır. ABD İngiltere’nin eski sömürgesi iken Meksika İspanya’nın eski sömürgesidir. Yani demektedir ki İngiliz sömürgeciliği “kapsayıcı kurumlar” ürettiği ve sömürgelerine de bunları öğrettiği için iyi iken İspanyol sömürgeciliği “dışlayıcı kurumlar” ürettiği için kötüdür. Burada bir insanlık suçu sayılması gereken sömürünün kısmen de olsa güzellemesi yapıldığı doğrultusunda eleştiriler gelmektedir. Buraya sonra değineceğiz. Ancak bahsettiğim bu iki kitapta Anglo Sakson tipi liberal demokrasinin kalkınma için tek, tek değilse bile en önemli, etken olduğunu söylemektedir.

2019 yılında, yine Acemoğlu ve Robinson’ın beraber neşrettikleri kitap olan “Dar Koridor’da” ise Daron Hoca dümeni Anglo-Sakson tipi demokrasiden Kıta Avrupası tipi demokrasiye kırmıştır, denebilir. Bu kitapta İktidarın Gücü ile Halkın Gücünün birbirini sınırlaması ve denetlemesini gerektiren bir hassas dengenin istikrarlı bir toplum için zorunlu olduğundan söz eder. Yani kardeşliği sağlaması gereken devlet ve iktidar çok güçlü olursa iktidara sahip zümreler eşitliği ortadan kaldırır, yönetim bir tiranlığa evrilir ve bu da uzun dönemde topluca fakirleşmeye götürür. Öte yandan devletin zayıf olması durumunda ise özgürlüklerin sınırlamaları kalkar, kardeşlik ortadan kalkar, toplumsal kaos ve anarşi doğar ve yine eşitlik yıkılır. Sonuç yine fakirleşmedir. Bunun için özgür bireyler kadar kardeşliği de tesis edecek sağlam bir devlete ihtiyaç olduğunu vurgular. Burada da liberteryenler Hocayı solculuk ve hatta komünistlikle itham etmektedir.

Aslında Daron Hoca ne liberaldir ne de komünisttir. Güçlü bir sosyal devletin olduğu demokratik ve eşitlikçi toplumu savunur. Bu ise Sosyal Demokrasidir.            

İYİ SÖMÜRGECİLİK VAR MIDIR?

Tabii ki yoktur. Daron Hoca’nın verdiği örnekler doğrudur ve bu spesifik örneklerde ulaştığı sonuçlara da kimse itiraz edemez. Ancak söyledikleri eksiktir. Örneğin iyi sömürgeciler olarak nitelendirilen İngilizlerin en büyük sömürgesi Hindistan’dı. Hindistan çok kalabalık ve çok farklı dini ve etnik gruplardan oluşan bir ülke olmasına rağmen parlamenter demokrasiyi bugüne kadar getirmiştir. Ancak Hindistan bugün bile kalkınmış bir ülke sayılabilir mi? Ülke içinde eşitsizliklerin ortadan kalktığı veya azaldığı söylenebilir mi? Söylenebilirse bile, bunun sebebi Amritzar Katliamı gibi lanetlenmesi gereken eylemlere imza atmış İngiliz emperyalizmi midir, yoksa Gandhi ve Nehru’dan bu yana bağımsız bir milli devletin uyguladığı kalkınma stratejileri midir? Bir başka İngiliz sömürgesi (şu anda yarı Amerikan sömürgesi sayılabilecek) Irak ve Mısır’dır. Acaba bu ülkeler iyi sömürgeci olan İngiliz kurumlarından ne ölçüde istifade edebilmişlerdir? Niye bu ülkelerde o kadar sene süren İngiliz sömürge yönetimine bağlı olarak “kapsayıcı kurumlar” oluşmamıştır? Bu yüzden ülkelerin başarılarını onları eğiten ve medenileştiren sömürgeci ağabeylere bağlamamalıyız. Öte yandan verilen örneklerin hepsinde sosyal sermayenin kuvvetli bir şekilde geliştiği toplumların başarılı olduğu görülmektedir. Bu ise milli kültür ve milli kimlik aidiyeti oluşturmuş, eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğü hayata geçirebilmiş ülkelerin kalkınma yarışında öne geçebileceğini göstermektedir.

“Ya ABD ne olacak Hocam? O da mı kötü örnek?” ABD kolonilerinde yaşayan ve Bağımsızlık Savaşını kazananlar Avrupa’dan gelen göçmenlerdi. Pekiyi Amerika’nın gerçek sahiplerine ne oldu? Onlar mı isyan ettiler İngiltere’ye? Onlar, yani Kızılderililer, dünyanın gördüğü en büyük soykırımlardan birine tâbi tutuldular. Yani İngilizler kendi insanlarını götürdükleri yerlere “kapsayıcı kurumları” kurmuşlardı, ancak bu kurumlar, o toprakların gerçek sahibi olan Kızılderililer için hiç de “kapsayıcı” değildi. Neticede onlar medeniyetsiz vahşiler değil miydi?

KALKINMA İÇİN SADECE SOSYAL SERMAYE YETERLİ Mİ?

Hayır. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi kalkınma her şeyden önce büyümeyi gerektirir. Bu ise yeterli sermaye birikimi, etkili bir tasarruf – yani finans – sistemi olmadan pek mümkün değildir. Az gelişmiş ülkelerde, örneğin bugünkü Afganistan’da, iktidar Taliban Rejiminde değil de kapsayıcı kurumların hâkim olduğu liberal bir demokraside olsa Afganistan ne kadar kalkınabilirdi? Sermaye yetersizliği emperyalistlerden dış borç alınarak mı kapatılacaktı? Gelen dış borçlar ne kadar Afgan Halkının geleceği ve refahı için gerekli olan alanlara aktarılacak, ne kadarı Batılı kartelci firmaların kâr maksimizasyonuna yönelik harcanacaktı? Uluslararası sermaye bir ülkenin refahını arttırmak için değil öngörülebilir ve yüksek kâr için gelir. Burada dış borcu ülkenin menfaatine olan alanlara yönlendirmek devletin işidir. Yine azgelişmiş ülkelerde yeterli bir alt yapı sermayesini oluşturmak ve beşeri sermayeyi gerekli düzeye yükseltmek ancak ve ancak milli devletin kalkınma planları ile olur. Yol, elektrik şebekesi ve asayiş olmayan etrafta eşkıyaların kol gezdiği yere, çalıştıracak mühendis olmayan ülkeye (Devlet Bey’in veciz ifadesiyle) Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel ve Frank gelir mi? Sanmıyorum.

Bence Daron Hoca’nın tezleri, yani sosyal sermayenin kalkınma hızına olumlu katkısı, ancak ve ancak altyapı sermayesini tamamlamış, mevcut teknolojide birçok sektörde üretim yapabilecek kapasitede olan gelişmekte olan ülkelerde doğrulanabilir. Ancak kalkınmanın en alt düzeyinde olan azgelişmiş ülkeler için geçerli olması pek mümkün değildir.    

ACEMOĞLU’NUN HAKLI OLDUĞU NOKTA

Bir ülkenin kalkınma süreci, hele az gelişmiş ise, çok meşakkatli ve uzun zaman gerektiren bir süreçtir. Bu süreçte “kapsayıcı kurumların” varlığı, belli bir gelişmişlik düzeyinin üstüne çıktığınızda çok etkili olabilir. Demokrasinin, eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün varlığı hem büyüme hem de kalkınma hızına olumlu yönde katkı yapabilir. Ancak bir ülkede “kapsayıcı kurumlar” hızla dışlayıcı kurumlara dönüşebilir. Hocanın “Dar Koridor” kitabında belirttiği gibi hassas güç dengesi bozulursa ülke ya dışlayıcı kurumların hâkim olduğu bir otokrasiye dönüşür ve hızla bir fakirleşme başlar, gelir ve servet adaleti bozulur ya da ülke Lübnanlaşarak kaos ve iç savaşın pençesinde mahvolur. Yani kapsayıcı kurumlar belli bir gelişmişlik düzeyinden sonra ve yavaş yavaş kalkınmaya katkı sunarken, dışlayıcı kurumlar bir anda ülkenin Cehenneme dönmesine sebep olabilir. Bunun en büyük örneği, belki de en “kapsayıcı kurumların” yer aldığı ve son derece ileri bir demokrasi olan Weimar Almanyası’nın 1933’ten 1938’e kadar beş sene içerisinde dışlayıcı kurumlar vasıtasıyla Nazi Almanya’sına dönüşmesidir. Bu hem Almanlar hem de bütün Dünya için büyük acılara sebebiyet vermiştir.

Bu yüzden Daron Hoca’nın teorisi esas “dışlayıcı kurumların” olumsuz etkisini göstermesi açısından önemlidir.