Öncelikle şunu baştan söyleyelim: ABD’de kim başkan seçilirse seçilsin ana politikalarında çok büyük değişiklik olmaz. Bununla neyi kastediyorum?
ABD’nin değişmez bazı müttefikleri vardır, İngiltere, İsrail, AB, Avustralya gibi. Bazı ülkeleri sahip oldukları potansiyel güç ve tehditten dolayı gayrı resmi işgal altında bulundurur, Almanya, Güney Kore ve Japonya gibi. Bazı ülkeleri ekonomisi bunlarla hemen hemen bütünleştiği için arka bahçesi olarak görür, Kanada ve Meksika gibi. Bazı ülkelerle de bölgesel bazda ve sınırlı konularda ittifak içerisinde bulunur, Türkiye ve Mısır gibi. Bir de düşman olarak tanımladıkları vardır. Hâl-i hazırda Rusya ve Çin ana düşman olmaya adaydır. Bunların yanında konjonktüre göre değişebilen kısa dönemli düşmanları da olabilir, Irak, İran, K.Kore veya Küba gibi. ABD’nin uzun vadeli küresel stratejisini belirlerken bunlar kolay kolay değişmez. Bu strateji Pentagon, CIA ve ABD Dış İşleri ve bunlara bağlı yüzlerce araştırma merkezi tarafından geliştirilir. Bu kadar ciddi bir iş halkın seçtiği popülist politikacılara bırakılmaz.
Ancak bazen tarihte ve jeo-politikte kırılma anları olur. Bu kırılma anlarında ana stratejinin (ABD’nin askeri ve ekonomik güvenliği ve egemenliğini korumak) koyduğu hedeflere nasıl ulaşabilecekleri hakkında bu kurumlar içerisinde görüş farklılıkları olabilir. Bu durumlarda kurumlar ve devlet içinde kendi bakış açısını hakim kılmak için bir mücadele başlar. Görüş farklılıkları ana stratejiyi değiştirmez, dolayısıyla ana düşmanlar (Rusya ve Çin) ve ana müttefikler (İngiltere ve İsrail) değişmez. Ancak geçici ve bölgesel müttefikler dost olmayan ülke veya güvenilmez müttefikliğe, geçici düşmanlar da açılım yapılan ülkelere dönüşebilir. Örneğin Obama’nın ikinci dönemi ve Biden dönemlerinde Türkiye bölgesel müttefiklikten güvenilmez müttefikliğe düşmüştü, (elbette bunu deklare etmezler ama ABD’nin beslediği uluslararası kurumlardan çıkan kararlar, ABD’nin Türkiye aleyhine gelişen bölge politikası ve benzeri eylemlerden bu sonucu çıkarabiliriz, DMD), Trump döneminde de K.Kore ile bir yumuşama sergilenmişti.
Şu anda bizim gibi uluslararası iktisat ve jeo-politik üzerinde düşünen ve çalışan uzmanların gördüğü üzere ABD bir yol ayrımında bulunuyor. Ana müttefikleri ve ana düşmanları değişmeden ABD’nin askeri ve ekonomik güvenliği ve egemenliğini korumanın yolu küresel hegemonyasını arttırmak mı yoksa yeni bir izolasyonist politikayla dünyanın geri kalanına karşı mesafeli durmak mı? İşte ABD derin devletinde karşı karşıya gelen bu iki görüşten yeni izolasyonizmi temsil eden siyasetçi Trump’tır, nâm-ı diğer Kasabanın Şerifi. Öte yandan ABD’nin küresel hegemonyasını arttırmayı hedefleyen, bunun için de dünyada savaşları körüklemeyi planlayan kesimleri de Harris temsil ediyor.
“Hocam, sonucu halk belirliyor, seçimlerde Pentagon ve CIA ne kadar etkili olabilir?” Tabiî ki, bu doğrudur. Başkan halk tarafından seçiliyor. Ama devlet içindeki hâkim görüş ile halkın seçtiği Başkan’ın temsil ettiği güç karşı karşıya gelirse, işte o zaman, her iki görüş de tam hâkim olamaz. Bu da ABD’nin bütün gücüyle bir strateji etrafında çalışmasını engeller, işler sürüncemede kalır. Bugün Trump’ın seçilmesi ve ABD kurumlarında da izolasyonist politikanın hâkim olması durumunda neler olabileceğini yazmaya çalışacağım.
KASABANIN ŞERİFİNİN YENİ İZOLASYONİST POLİTİKASI
Öncelikle Trump’ın vaatlerine bakarsak içeride vergileri indirmek, faizleri düşürmek yolu ile iç talebi büyütmeyi amaçlamaktadır. Pekiyi vergi indiriminden kaynaklanan açıkları nasıl telafi edeceğini söylüyor? Tarifeleri, yani gümrük vergilerini arttırarak açığı kapatacağını söylüyor. Bu da aslında ciddi dış ticaret açığı veren ABD ekonomisinin ithalatı kısmasını ve içeride ithal edilen malları üreten ithal ikameci sektörleri büyütmeyi amaçladığını göstermektedir. Yani ABD ekonomisi daha az ithalat yapan ama içeride daha fazla üretim yapan bir ekonomiye dönüştürülmek isteniyor. Bunu takip eden başka bir politika da ABD ihracatını arttırmak ve bunun için gerekirse düşmanlarıyla bile ateşkes sağlamak hedeflenmektedir. Yani ABD ithalatını kısarken üretimini ve ihracatını arttırmayı amaçlamaktadır.
Bu hedeflerin gerçekleşmesi için Küreselleşme süreci ile gerçekleşen iki akışın yönlerinin tersine çevrilmesi gerekir. Küreselleşme ile birlikte Güney Amerika ve Güney Asya ülkeleri başta olmak üzere milyonlarca mülteci, kaçak ve sığıntı ABD’ye yerleşmiştir. Öte yandan ABD sermayesi ise başta Çin ve Güney Kore olmak üzere başka ülkelere fabrika ve üretim tesislerini taşımıştır. Şimdi Trump demektedir ki, “Gelen yabancıları, sığıntı ve kaçakları göndereceğim, onlar yerine Amerikalılara iş imkânları yaratacağım.” Bunu tamamlar şekilde dışarıya kaçmış ABD sermayesini de tekrar ABD’ye dönmeye teşvik edecektir. Yani daha yerlileşmiş bir Amerikan ekonomisi… Bu belki de Neo-Merkantilist bir ekonomi politikası olarak adlandırılabilir.
Madem ABD kendi ülkesine yönelmeyi, ekonomisini mümkün olduğunca yabancı unsurlardan arındırmayı düşünüyor, o zaman ana düşman olarak hangi ülkeyi hedefe koymalıdır? Tabii ki, Çin. Çünkü ABD sermayesinin en fazla kaydığı, ABD’nin en fazla ithalat yaptığı ve ABD’nin ekonomik güvenliğini en fazla tehdit eden ülke Çin’dir. Bu ise ABD’nin ana askeri gücünü, parasal desteklerini ve dış politikasını Çin’e karşı örgütlemesi gerektiği anlamına gelir. Bunu yapmak için ABD askeri ve parasal kaynaklarını örneğin Orta Doğu gibi sürekli bela üreten bir yerden ve Rusya – Ukrayna savaşından çekmesi zorunluluğunu gösterir. Nitekim olacak olan da budur. Bence Trump gelirse bir iki ay içinde hem Rusya Ukrayna Savaşı hem de İsrail’in Gazze’deki katliamı sona erer.
TÜRKİYE’NİN ROLÜ VE YENİ DÖNEM NELER GETİRİR?
“Pekiyi Hocam, ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesi halinde ana müttefiki olan İsrail’in hâli nice olur?” İşte burada devreye biz giriyoruz. Trump’ın ve ona yakın düşünen ABD kurumlarının İsrail’e destek olacak bir müttefik bulmaları gerekir. ABD beslemesi PKK’yla olacak iş değildir bu. Bölgede yönetim tecrübesi olan, muhtemelen halkının çoğunluğu Müslüman olan, ordusu güçlü, beşeri sermayesi yeterli ve nüfusu büyük olan, İsrail ile tarihsel ve coğrafi bir problemi olmayan ve ABD ile ortaklığı olan bir ülke aranır. Çok da aramaya gerek yok, bu ülke Türkiye’dir.
Eğer Kasabanın Şerifi bu senaryoda anlattığımız gibi Gazze’de İsrail’i durdurur ve Rusya – Ukrayna savaşını bitirirse Orta Doğu’da enerji hatlarının güvenliğini sağlayacak, bölgede ticarette öncülük edecek bir Türkiye’ye ihtiyaç duyar. Türkiye’de bu şartlarda İsrail’le yeni bir yumuşama sürecine girer. Böyle bir durumda Türkiye’den istenecek şey ise NATO ittifakındaki konumunu sarsacak ilişkilerden kaçınması olabilir. Sayın Cumhurbaşkanı pratik bir siyasetçidir. Eğer bir barış süreci başlarsa ona katkıda bulunacaktır. BRICS üyeliği ve SHANGHAI işbirliği örgütü üyeliği gibi süreçler de dondurulur. İşler iyi giderse bu hem Türkiye’ye daha fazla yabancı sermaye girmesine yol açar hem de zaman içinde mültecileri kademeli bir şekilde ülkelerine gönderme sürecini başlatır.
Trump’ın koyacağı tarifeler bizim ticaretimizi olumsuz etkiler mi? Bence tarife artışından kaynaklanacak maliyet barışın sağlayacağı risk düşüşü ve Türkiye’ye ABD desteğiyle gelecek olan sermaye akışından kaynaklanacak kazancın çok altında kalır. Bu yüzden hem genel olarak döviz açığımıza hem dezenflasyon programına katkı sağlayacağı hem de ekonomik canlanmaya sebep olabileceği için Kasabanın Şerifi Türkiye için daha olumlu bir konjonktür anlamına geliyor.
Pekiyi ABD’de yaşayan bir Türk olsaydım, kime oy atardım? Tabii ki Kamala Harris’e… Ancak Türkiye’de yaşayan biri olarak Trump’ın bizim için çok daha faydalı ya da başka bir deyimle çok daha az zararlı olacağı kanaatindeyim.