İnsan değerlere sahip çıkması ve bu değerleri yaşatmasıyla insanlığını devam ettirebilir.

İnsan olmanın bir şerefi ve bir itibarı vardır. İnsanın yeryüzünde olması bakımından bir değeri olmalı. İnsan değerlere sahip çıkması ve bu değerleri yaşatmasıyla insanlığını devam ettirebilir. İnsansız bir dünya olabilirdi. Ama olmamış. Neden? İnsan, değerleri kendi öz varlığından ortaya çıkaran bir canlıdır. Bir iletişimci olarak kendimize hep şunu sormalıyız; benim kendimle iletişimim nasıl? Nasıl bir soru bu diye soranlar çok oluyor. Bu satırlarda nasıl yer buldu; o da ayrı bir soru olabilir, ancak insan haysiyetini korumak, insanlığını devam ettirebilmek için kendisi ile iletişiminde karanlık bir tarafı olmamalıdır. Bunu da ancak kendisi ile hesaplaşarak yapabilir.

Diyorum ki

Ne büyük kelimeler ediyoruz. Bazen artık ciddi ciddi şunu düşünüyorum; kendime konuşmayı ve yazmayı bırak diyorum. Bu ‘biliyorum’ diye etrafa saçtıklarını topla da, bir yere ek filizlensin diyorum. Toprağa, üretime dur diyorum. Sadeliğe geç, kendi içine çekil diyorum. Doğa ile hemhâl ol; ağaçla, kuşla, toprakla konuş diyorum. Az insanla görüş diyorum. Çünkü artık dedikodu halini alıyor konuşmalarımız, yazmalarımız. Acaba yapabiliyor muyum tüm bu yazdıklarımı, konuştuklarımı; kendini sessizlikte bir kontrol et diyorum. Bir süre sus, konuşma diyorum. Kendi içine çekil ve sadece oku, düşün diyorum. Küçük notlar al ve baharın gelişini kaçırma diyorum. Baharda açan ağaç dallarına dokun, kokusunu içine çek, sarıl gövdesine ve kendi özüne dön diyorum. Tüm bu samimiyetle kendine yardım et diyorum. Hepimizin önce yardıma kendimizden başlaması gerektiğini de söylemeden edemeyeceğim. Çünkü samimiyet ancak buradan başlar. Sonra da şöyle devam eder. Acaba kırdığım bir gönül var mı? Helallik almadığım bir yaralı kalp var mı? Ramazan’a yaklaşırken bunlar bana ve sizlere yardımcı olsun.

Yardım etmeye kalkışmadan önce

Kendimize samimiyetle bu soruların cevabını sorduk ve gereğini yaptık mı? O zaman yardıma koşalım elbette. Aksi takdirde sadece, aksi yönde ve uçuruma doğru bir koyunun peşinden giden koyunlar halini almaz mıyız? Yardıma gittiğimiz, koştuğumuz kişilerin iyi günlerinde yanında olduk mu? Kapı komşunun sevincine ortak oldun mu, yoksa dudak mı büktük? Yardım etmek insanı haysiyetli kılmalı. Lafını ettiğimiz her sözün altında kalmaktan sakınmak gerekiyor. Sözleri değerlere bağlarken acaba ben sözün hakkını yerine getirdim mi diye sormak gerekiyor her defasında. İnsan yardım etmeye koşmalı ve bunu bir alışkanlık haline getirmeli. Güzel ahlak; iyi huy edinmek, devamlılık içinde esastır. Yardımı görünür de kılmalı. Bazen görünür de kılmamalı. Yardımın haysiyetine uygun davranmalıyız. Kendimize ettiğimiz yardımları bir başkasına da istemeliyiz.

Haysiyet bütün insanlık içindir

İnsan olduğumuz için can, mal ve ırzın hakları koruma altına alınmıştır. Bu değerlerin korunması bir haysiyet meselesidir ve kimlik değerler üzerinden değil, hakikat üzerinden tüm insanlara kucak açar. Bu bir Adalet sorunudur. Birilerine yardım ederken esasen yanı başımızda haktan gayri yapılan işleri görmezlikten geliyorsak bu bir zulümdür. Adaletin işlemediği bir dünyada zulmün kendisi vardır. Buna muhatap olan biz insanlar da bunları kendi elimizle yapıyoruz. Fay hatları üzerine yerleşim yerleri yaparken kendimize zulüm ediyoruz. Çarpık, kötü, dayanıksız hatta estetikten yoksun insanın güzellik algısını bozan çirkin binalar yapıyorsak bu zulmü yine kendimiz kendimize yapıyoruz. Buna izin veren, yol açan ne kadar yetkili varsa ve biz bunların yanlışlarına göz yumuyorsak kendi haysiyetimizi düşünmediğimizden yapıyoruz. Adalet, her şeyden önce insanın kendi haysiyetini düşünmesi ile başlıyor. Başkasına gönülden yardım etme aşamasına geçtiğimizde de onun insanlık haysiyetini düşünerek yardım ediyorsak kendi haysiyetimizi de koruyoruz demektir.

Sürekli iyilik yapmak

İnanmak iyilik etmekle eş değerdir. Bir anlık düşünmek bin yıllık ibadete bedelse, her iyilik yapma duygusu, düşüncesi ve eylemi de ubudiyette ve duada sürekliliktir. Sürekli huzur içinde aklı selimle hareket etmektir. Hiçbir menfaat ve beklenti içinde olmadan nefesimizi iyilikle tüketmektir. Bizi yaratan Rabbimiz bizden ancak böyle razı olur vesselam.

NEZAKET BİLGELİKTENDİR

Eskiden İstanbul beyefendileri İstanbul’un simgeleriydiler. Kibar sözler, sakin davranışlar, özenli giyimler ve nezaketli tavırlar. Hayalmiş gibi geliyor bana. Ama olmasaydı olur muydu o şiirler, o besteler. Babacığım da sakin, edepli, usulünce davranan bir İstanbul beyefendisinin son temsilcilerindendi. Kızgınlıklar bile bir latife içine gizlenir ve öyle söylenirdi. Öyle zarif örnekler var ki. 30’lu yılların romanlarını okumak bile başlı başına ne demek istediğimi anlatır. Ama şimdi nezaket bir kadın ismi olarak biliniyor. Koskoca makam mevki sahibi insanlar usul erkandan uzak davranıyorlar. Yüz yüze bir şeyi anlatmak ve ifade etmek yerine whatsapp’tan yazıp atmayı iletişim sanıyorlar. İnsanın sınırıdır nezaket. Kendini bilmek karşı tarafı onurlandırmak nezaketin bilincinde olanlardır. O yüzden nezaket hâldir. Soyuttur ama erkeği de kadını da abideleştiren değerdir. Divan şairi Nedim’in bir aşk şiirinde nezaketi kullanışına bakalım.

“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana diye başlayan Nedim’in şiirindeki bu ilk kıtada nezaketi kullanışına bakalım..

Nezaketin en saf hali sana boy pos olmuş, diyen bir dize ile başlayan aşk şiirinin nasıl bir efsun taşır nasıl masalsı bir hayatı içerir diye düşünüyorum. Ancak bunu yazan da insandı hepimiz gibi. Nezaket mi onları bu halde yaşatıyordu acaba? Siyasete kafa yoracağımza bunlara kafa yoralım dostlar.

ÇARESİZLERE ÇARE

Çare de var çaresizlik de. Sabır edene çare, edemeyene çaresizlik hep çaresizlik. Ancak! Öyle dertler var ki; Allah düşürmeye. Allah kimseyi çaresiz dertlere gark etmesin. Kimse yan gözle dudak bükmesin. İnsanı ciğerlerini yakan çaresizliklere düşürmesin. Ancak! Yine çaresizliğin de bir sonu var. Bu dünyada olmasa bile ebedi hayatta kesinlikle var. Umut zaten hep olacak. Yoksa çaresiz bırakan eller nasıl ceza bulacak? İlahi adalet olmasa insan nasıl sabredecek? Allah her zaman müjdeler. Allah imtihan eder. Allah gücümüzü, inancımızı sınar. Kim engelleyebilir baharın gelişini, güneşin doğuşunu? Böyle bir çaresizlik icat edildi mi! Çare işte hep o doğan güneşte, gelen baharda. Biz yüzümüzü nereye çevirsek orası aydınlık. Bizim tek derdimiz çaresizlere çare olmak. Yazdıklarımızın satır aralarında umuda davet etmek. Çare birlik olmakta. Çare güzeli görmekte. Çare iyiliği tavsiye etmekte. Çare tebessüm etmekte. Çare anlamakta. Çare el uzatmakta. Çare hepimizde. Çare en çok ta umudu taşıyanlarda. Çare en çok da kendi için değil herkes için umut dağıtanlarda.

Sevilay Acar

MEMLEKET GİBİ

Merhaba Dostum,

Birlikte geçiyoruz zorlu bir anın içinden. Hislerimi anlatabilmem oldukça zor. “Senin parmağına diken batsa, benimki kanar” der ya bir dizesinde Yılmaz Erdoğan, yüreğimiz kanıyor ve aynı hislerle birlikte geçiyoruz bir acının içinden.

Anlatmak istesem de tam anlatamayacağım bir yerden bir dokunuş, bir sarılış gibi paylaşıyorum hislerimi.

“Neredesin sen?“ türküsünü söyleyen Karsu’nun sesiyle patladı tüm volkanlarım. Türküler konuştu yerime. “Ben babamdan hiç sevgi görmedim, evladımı sevgiyle büyütmek için özen gösterdim” diyerek gencecik kızının ardından acısını paylaşan babanın o sözleriyle dağlanan kalbimi yokladım. Yanımda uyuyan kızıma baktım, ne kadar sevgim varsa onunla birlikte tüm çocuklara dualara sarıp gökyüzüne bıraktım... Anladım ki, bazen acıyı anlatmaya türkü de, söz de, şiir de yetersiz. İnsanın her hücresine yazılıyor yasın şiiri ve gözlerinden okuyabiliyorsun, sessizce sarılmaktan başka hiçbir şey söyleyemeden yutkunarak okuyorsun yas denen o şiiri. Bir yaraya dokunamamak, bir yarayı saramamak, o an hiçbir şey yapamamak ne zor bir eylemsizlik haliymiş meğer. Sessizlik konuştu yerime. Bir köpeğin, koynuna aldığı kediyi sıkıca sarıp sarmalaması anlattı, birliği ve beraberliği. İmkansızlıkları oluşturan, düşleyen biziz aslında. Farklı da olsak bir kalp sıcaklığında mesafemiz, insan farklı olanı da ısıtabilirmiş koynunda. Birlikte tek yürek olmanın verdiği o tarifsiz birlik hissiyle, içinden geçtiğimiz bu süreçte kim bilir sen de neler yaşıyorsun, nasıl bir farkındalıkla karşılanıyorsun içinde...

Bir madencinin içindeki tüm sevinci gözlerinden dışarıya taşınca, özüyle birbirine sarıldı tüm ülke. Geliştirmemiz gereken şeyin kalp kaslarımız olduğunu, yardım için birlik olunca ve mesafeler olsa da aramızda, sarılınca mesafe ortadan kalkarmış, anladım. Bir enkazın altından boy verirken 6 aylık bir fidan, içimizden bir umut daha yeşerdi içimizde onunla birlikte...“Bir annenin işaret parmağını göstererek, donarak öldü benim kızım” dediği o yerde dondu içimdeki tüm hisler. Bazen acıları dindirmek için sarılmak bile yeterli olmazmış meğer. Gözümü açıp kapadığım her an, aklımdan gitmeyen o anneyi ve feryadını unutamadığımda, annenin o anını hiç unutamayacağını anladım ve donarak sustu tüm kelimelerim. Ali Ural’ın, “bu dudakların söyleyeceği yok, silinsinler” dediği yerde siliniyor dudaklarım...

Bir arama kurtarma görevlisinin gözlerindeki umutlu ve mutlu yaşı, her şeyini kaybetmiş ağabeyimizin bilge duruşu, tribün dolusu insanın hep bir ağızdan söylediği şarkı ile dökülen göz yaşıyım. Birlik ve beraberliğin verdiği coşkuyla kalp kaslarını sevmeye, diğerkamlığa geliştiren, zor günde dost, kardeş, ana, baba olan o çoğunluğun içindeyim ve sarhoşum bu içtenliği görmekten. Sahaya atılan peluş oyuncağım, gidip bir çocuğun hayallerini ısıtmak ve gülüşünü görmek isteyen.

“İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya hani Edip Cansever,

bu günlerde memleket gibiyim. Bir yanım dağılmış ve yorgun, bir yanım metanetle ayağa kalkmaya çalışıyor. Bazen çaresiz, bazen şaşkın, bazen sarhoş, bazen öfkeli, bazen gözü yaşlı, bazen içinde acı... Anımız ıssızlık, acımız bilincimiz.

Dostum, sana “nasılsın?” diye sormaya varmıyor dilim. Umudu ve sevgimizi kalbimize katık yapıp, şiirlerle, türkülerle, kollarımızla, yüreğimizle, olan gücümüzle iyileşene kadar, iyi hissedene kadar sarılalım diyorum birbirimize. Ve bir Gülten Akın selamıyla son veriyorum sözlerime;

Beni sorarsan,

Kış işte.

KORKU İLE TAŞINANLAR

Daha az eşyalı, daha az katlı, odalı evlerde yaşanacağını hep söylüyorduk ama burun kıvırıyorduk. Bir depremle bedel ödeyerek anlamak zorunda kaldık. Şimdi geçici çadırlarda, konteynır evlerin yapımını bekliyoruz ve buna da razıyız. İstanbul korkudan, özellikle maddi durumu iyi olan ve sahillere yakın oturanlar yüksek binalarından ayrılmaya başlamış. Sadece ben iki ailenin Antalya’ya taşınma hazırlığında olduğunu biliyorum. Evden Eve Nakliyatçılar Derneği başkanlığının verilerine göre İstanbul’dan ayrılmak için nakliye talep edenlerin son 10 günde 20 yılın zirvesini yaşadığı belirtildi. Eşyalarını depolara koyup çok vakit kaybetmeden İstanbul’a yakın İzmit, Kırklareli, Lüleburgaz gibi illerin tercih edildiği açıklamalarını öğreniyoruz. Ya tek katlı evlere ya da arsa talepleri ile birlikte tinyev gibi çözümlerle ilk etapta Kadıköy yakasından dikkat çeken bir taşınma talebi olduğu vurgulanıyor. Korkunun ecele faydası yok ama sade bir hayat mümkün. Hepimizin başta İstanbul’a doluşurken büyükşehirlerde yaşamanın mümkün olmadığını biliyorduk ama başka bir hayatı mümkün görmüyorduk. Eşyalarımızı, çevremizi bırakıp gitmeyi göze alamıyorduk. Ama korku bunu yaptırdı. Oysa korkmadan sadeliğe geçiş olmalı ve bunu artık mümkün kılmalıyız.

ARTI EKSİ

Artı

Çocuk örnek olunca

Deprem bölgesine montunu gönderen bir çocuk bütün ceplerini kuruyemiş ile doldurarak örnek olmuş. Bunu sosyal medyada paylaşan bir yetişkin; “Keşke ben de bunu akıl edebilseydim. İnsanın her yaşta her yaştan öğreneceği ne çok şey varmış” diye yazmış. Bu deprem maalesef çok canımızı aldı. Tanrı’nın hikmeti aslında her olayda kendini tekrar ediyor ki biz insanlar başka türlü idraklere varabiliyoruz. İçimizde bir kıvılcım, bir yardım isteği, heyecan olmasa neden etkilenelim. Bugün ceplere kuruyemiş koyan o çocuğu örnek alan bizler karıncanın bile insana mürşitlik edebileceğini görmeliyiz. Zira Allah her yerden tecelli ediyor yeter ki görebilelim. Çocuğun yüreği bizlere güzellik yapmayı öğreterek örnek oldu.

Eksi

Siyasetten kopsak artık

Sürekli siyaset konuşuluyor. Deprem bile ikinci plana düştü. Tabi medya sayesinde. Gündemimize kültürü, sanatı, bilimi alamıyoruz. Onlar bile falanca tarafın sanatı, kültürü olup siyasete kurban gidiyor. Kitap konuşulmuyor. Bilgi üretilmiyor. Varsa yoksa falanca kazanırsa şöyle olacak falanca kazanmazsa böyle olacak deyip halk geriliyor. Oysa müzikle, sanatla uğraşmalıyız. Tarımla, bahçeyle doğayla yaşamalıyız. Üretmeliyiz. İnsanları siyasete kilitlemenin anlamı yok. Nerede kültür politikaları üreten kurumlarımız?

KAVRAMLAR SİNSİCE İÇİMİZE SOKULUYOR

Uluslararası metinlerden tercüme edilerek birebir alınan bazı kavramlara çok dikkat etmek gerekiyor. Sinsice ve masumane bir şekilde aramıza giren bu kavramlara bu nedir diye sorulmaz mı? İstanbul sözleşmesine de o yüzden karşıydım. Hala da öyle. Zaten senelerdir; Duygu Asena’dan beri önce feminizm sonra da şimdi de cinsel tercihler üzerinden yapılan kavram kargaşasının altındaki nedenine bakmadan alkışladık. Bu bir proje bunu gören gördü ama bizlerin bu konularda daha fazla hassasiyet göstermesi lazım. “Toplumsal Cinsiyet eşitliği”, “Cinsel yönelim” ,“Cinsel kimlik” ve benzeri kavramlar üzerinden bir özgürlük rüzgârı estiriliyor. Daha ergenlik çağının başında 18 yaşından küçük olan çocukta nasıl bir cinsel yönelim olabilir? Ergenlik yaşlarında herkesin yaşadığı kimlik bunalımını cinsellik, cinsiyet üzerinden buluşturan bu projeye dâhil olmayalım. Cinsiyetleri de ne ile eşitledik? Oysa adalettir esas olan. Belki ben eşitlenmekten hoşlanmıyorum. Ben erkeğin yapacağı işin neden yapmak zorunda bırakılayım ki? Kısacası kavramların arkasında yatan amaçları bilmeden kullanılmamalı. Bilip de kullanılıyorsa o da ayrı bir cehalettir.