Avrupa'nın ve Amerika'nın eskilerini kullanmayı mârifet sayan "müstağripler", şimdilerde yine kanatları altına girdikleri haber merkezlerinden sosyal medya paylaşımı yaparken, kırk yıllık The Final Countdown şarkısını çalıyorlar.
80’li yıllarda ergenlik dönemlerindeki hormonal dengesizliğe bir karşılık bulmak için dinledikleri Alman hard rock gruplarının şarkılarını fon müziği yapıyorlar. Çoğu permalı uzun saçlarını savurarak şarkı söyleyen bu hard rock gruplarından biri Europe idi. Europe adlı hard rock grubunun en çok bilinen şarkısı da The Final Countdown (Son Geri Sayım) idi. Amerika Birleşik Devletleri, birbiri ardına fırlattığı uzay mekikleri ile tek rakibi Sovyetler Birliği’ne meydan okuyordu.
Europe adlı grubun en bilinen şarkısının sözleri şöyleydi:
We’re leaving together
(Hep berâber gidiyoruz)
But still it’s farewell
(Ama bu hâlâ vedâ)
And maybe we’ll come back
To Earth, who can tell?
(Ve belki dünyâda geri geleceğiz
Kim söyleyebilir?)
I guess there is no one to blame
(Galiba kimseyi suçlayamayız)
Will things ever be the same again?
(Her şey eskisi gibi olacak mı?)
Bu şarkıda “biz” diye anlatılan şeyleri “siz” veya “onlar” diye okuyup bu şarkıyı fon müziği yapanlarla birleştirirseniz, “gidiyorlar” deyip kendilerince sevindiklerini görüyoruz. Sanki birilerinin yine bir haltlar karıştırmasını bekliyor da, istedikleri olunca, bu haltı yiyenleri kimsenin suçlamayacağını imâ ediyorlar. Allah fırsat vermesin.
Europe adlı grup, Atlantik Okyanusu’nun diğer kıyısındaki Kennedy Hava Üssü’nden yükselen dumanlara binip The Final Countdown ile ortalığı sallarken, Scorpions adlı yine Alman başka bir hard rock grubu da Wind of Change (Değişim Rüzgârı) adlı şarkı ile, altı çoktan oyulmuş ve üfleseler yıkılacak hâle gelmiş olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne Gorki Park’ta rüzgârlar estiriyordu. Birkaç yıla kalmadı, Sovyetler Birliği yıkılıp parçalandı ve Scorpions, aynı şarkıyı nanik yaparcasına Rusça sözlerle Kızıl Meydan’da seslendiriyor ve konseri Gorbaçov en ön sırada izleyip, konser sonrası sahneye çıkıyordu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bu gruplar, işlerini bitiren tetikçiler gibi ortadan kayboldular. Şimdilerde küçük gece kulüplerinde zengin çocukları için düzenlenen doğum günü partilerinde sahneye çıksalar da artık Avrupa’da ne eski rüzgârlar esiyor ne de geri sayım yapılacak bir durum var. Ancak bu grupların şimdiki hâli, müzikle ve özellikle gençlerin dinlediği müziklerle devletlerin yıkılabileceği, rejimlerin ve iktidarların değişebileceği gerçeğini değiştirmiyor.
Bunlara ne oluyor?
Avrupa’nın ve Amerika’nın eskilerini kullanmayı mârifet sayan “müstağripler”, şimdilerde yine kanatları altına girdikleri haber merkezlerinden sosyal medya paylaşımı yaparken, kırk yıllık The Final Countdown şarkısını çalıyorlar. Akıllarınca bu şarkıyı çalıp birilerini (yerinden) oynatacakları mesajını veriyorlar. Ama kendileri çalıp kendileri oynamaktan daha fazlası olmayacağı konusunda bir türlü ikna olmuyorlar
1960’ta kurdukları darağacının daha sonraki yıllarda sanal şekliyle asmakla korkuttukları sivil ve demokratik siyâsete yine ayar vermek niyetini ısrarla tekrarlıyorlar. Defâlarca başbakanlık makamına oturmuş ve sonrasında cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel’in “makam odamda sanki bir darağacı vardı” demesindeki gerçek, uzun yıllar değişmedi. İstediklerini yapmıyor diye Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “satılık” yaftası takmaktan utanmayanlarla aynı yönde saf tutan, aynı siyâsî görüşte olduğu için tecavüzcüye ve tacizciye “çapkın” ama tecâvüz ve tâciz mağduru kadına “yollu” diyecek kadar ar damarı çatlamış olan bu zevat, sandıktan yine çıkamayacaklarını bildikleri için “erken seçim” türküsünü uzun zamandır söylemiyor. Zâten türkü söylemek de onların dünya görüşüne pek yakışmaz(!)
Onlar artık nostalji olmuş 80’ler şarkılarıyla aba altında sopa göstermeye çalışırlar. “Gidiyorlar” demek istiyorlar. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demeye getiriyorlar. Ama bilmedikleri veya ısrarla anlamak istemedikleri bir şey var ki, o hard rock gruplarının eskisi gibi olmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti de 1980’lerdeki Türkiye değil. Önlerine kemiklerini koyan sâhiplerinin istediği gibi havlayarak görevlerini, yâni onlara verilen emirleri, “özgür medya” kisvesi altında ve bir ibâdet ciddiyetiyle eda(!) ediyorlar. Hatta buna “fabrika ayarları” diyecek kadar benmerkezci davranabiliyorlar.
Gideni tutan yok
Amaçları yukarıda yazdıklarım olsa da, meseleye tersinden de bakıp, sokağa çıkma kısıtlaması olan bu Pazar gününde biraz eğlenebiliriz. Bu şarkıyı, sandıkla gönderemeyeceklerini anladıkları iktidarın gitmesi için çalmıyor olabilirler. Belki de gerçekleri görüp pılıyı pırtıyı toplayıp başka ülkelere gitmeyi plânlıyor olabilirler. Zâten sık sık gidip geliyorlar. Hatta Gezi Parkı kalkışmasından sonra kaçtıkları ülkeleri “kendilerinin âit olduğu ülke” gibi hissedenler gibi gidecekleri ülkelerde kendilerini rahat hissedecek olabilirler.
Bizim kültürümüzde “gelene git, gidene kal” denmez. Gitmeyi çok istiyorlarsa ve bunun için son geri sayım yapıyorlarsa, yolları açık olsun. Kimse Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin menfaatlerinden daha değerli ve vazgeçilmez değildir.
Romantik filmlerdeki ayrılık sahnelerindeki arkasını dönüp gidenin “gitme dese gitmem” denmesini beklemesi gibi, kimse onlara “aman gitme” demeyecektir. Selami Şahin’in meşhur şarkısındaki gibi “Gitme sana muhtacım, gözümde nursun başımda tâcım. Beni öldür öyle git yaşamak için senin sevgine muhtâcım” denmesini hele hiç beklemesinler. Ya da onların dinlediği müzik türünden örnek verirsek, yine 1980lerde popüler olan Sam Brown’ın Stop şarkısının şu sözleri arkalarından söylenmeyecek:
All that I have is all that you’ve given me
(Sâhip olduğum her şeyi sen verdin)
Did you ever worry that I come to depend on you?
(Sana bağımlı hâle gelmemden hiç endişe duymadın mı?)
Onlar bu tehdit ettiği bu ülkeye hiçbir şey vermediler. Aldıkları şeyi de dışarıdaki sâhiplerine taşıdılar. Şimdi bu hizmetlerinin(!) meyvesini toplayıp geri kalan hayatlarından rahat edecekleri gibi hayalleri olabilir.
Belki züğürt tesellisiyle “Bizim gidişimizden Türkiye kaybeder” diye düşünüyor olabilirler. Ama çok şükür ki, devletimiz de ülkemiz de hiçbir kişinin bireysel varlığına muhtaç olmayacak güçlü ve köklüdür. Onlar olsa olsa ağaçtan düşen birer yaprak olurlar. Onlar gittiğinde “yapraklardan alkış bekleyen” siyâsetçiler kendilerini yalnız ve kimsesiz hissedebilir. Onlar da bu milleti anlamamanın diyetini öderler.