Yayınlandığı yıllarda hem dünyâda hem de ülkemizde büyük yankılar uyandıran Şok – Gelecek Korkusu (Altın Kitaplar, 1974) (Future Shock) adlı kitabında Alvin Toffler şöyle diyor: “Geçici ürünlerin, geçici yöntemlerle, geçici gereksinimler için üretildikleri bir çağa yönelmekteyiz.”
Toffler’in “yönelmekteyiz” dediği çağa çoktan ulaştık ve o çağı yaşıyoruz. Toffler’den bir on yıl önce bütün bu olanları teorik olarak ele alan Yahudi asıllı Alman düşünür ve Frankfurt Okulu’nun önemli isimlerinden Teodor Adorno (1903-1969) bütün bunlara “kültür endüstrisi” adını vermişti. Artık bu iki isim hayatta değil ama değil perşembenin, pazarın gelişini çarşambadan görmüşler.
Günümüzde mesleğimiz, yaşımız, cinsiyetimiz, milliyetimiz, eğitim seviyemiz, medenî durumumuz ne olursa olsun hepimizin ortak bir ismi var: Tüketici.
“Tükenmek” kelimesinin psikolojik olarak olumsuz bir anlamı var. “Zamânımız tükeniyor”, “Oksijenimiz tükeniyor”, “Benzinimiz tükeniyor”, “Sabrım tükeniyor” gibi cümleler olumsuz anlam içermektedir. Ama nedense “tüketici olmak” hiç de olumsuz anlamda kullanılmıyor. O kadar normalleştirilen ve olumlu hâle getirilen bir anlamı var ki, “tüketici hakları” diye bir kavram günlük kullanıma çoktan girdi. Mâliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası gibi kurumlar, “tüketici endeksi” başlıklı bilgiler paylaşıyor. Ama kimse “Ben tüketici olarak kötü bir şey mi yapıyorum acaba?” diye sormuyor.
Bütün sanayi kollarında ve bütün sektörlerde üretimin arttırılması amaçlanıyor ve tüketim teşvik ediliyor. Âdeta üretilenden çok tüketilmesi lâzım ki daha çok üretilsin isteniyor. Bunun olmasındaki amaç da “ekonomik büyüme”. Ama üretim tüketimi karşılamayınca da ithâl ediliyor ve ekonomi büyürken “câri açık” da büyüyor.
Eş anlamlısı “bitirmek” olan “tüketmek” neden bu kadar olumlu anlamda kullanılıyor, diye sormak aklımıza hiç gelmiyor.
Daha çok üretilmesi için daha çok tüketilmesi gerekiyorsa, bunun için daha çok kazanmak için daha çok harcamak gerektiği gibi tuhaf bir sonuç çıkıyor. Peki daha çok kazanmadan nasıl daha çok harcayacağız? Kredi çekerek mi, bir aylık harcamamızı altı aylık taksit yapıp bir sonraki ay yapacağımız harcamayı da ikinci bir altı aylık taksit plânı yaparak mı? Bu bir aylık kazancımızla altı aylık harcama yapmak olmuyor mu?
Bir tarafta çevreci sloganlar atıp “nesli tükenen canlılar”, “kuruyan göller”, “eriyen buzullar” için eylemler, protestolar, yürüyüşler, basın açıklamaları yapıp vakıflar, dernekler kuranlar, konu, kendimiz için tüketmeye gelince, bunu daha çok yapmanın doğal hakları gibi görmeleri iki yüzlülük olmuyor mu? Canlıların nesli tükensin ama biz tüketmeye – hem de ihtiyâcımızdan çok fazlasını – devam edelim.
Düz ticârî mantıkla ve arz-talep dengesi açısından bakılınca, bir ürün ne kadar çok üretilirse, piyasadaki miktârı o kadar artar ve fiyatı da o kadar düşer. Çünkü o ürüne ulaşmak o kadar kolay olur. Yâni herkes o ürünü alabilir. Oysa bu, berâberinde o ürünün kalitesinin düşmesi sonucunu da getirir. Kalitesiz ürün, uzun süre kullanılamaz. Tâmir edilmesi de pek mümkün olmadığı için atılır ve yenisi alınır. Hatta kullanılamaz hâle gelmeden yenisiyle değiştirilir. Yenisi için “eskisini getir yenisini götür” kampanyalarında indirim bile alınır.
Bu üretim-tüketim modeli “kullan-at” ürünlerinin çoğalması demektir. Ekonomik model aynı zamanda insanın hayâta bakışını, zihin yapısını, nesneyle olan ilişkisini de değiştirmektedir. Her şeyin üzerinde fiyat etiketi olan birer nesne hâline getirildiği “kültür endüstrisi” çağında kişilerarası özel ya da ticârî ilişkiler “kullan-at” modelinden etkilenir. Değerler sistemi değişir. Değer yargıları, kişisel ve toplumsal işlevini yitirir. Kişiler, sâdece satın aldıkları ürünleri değil, insanları ve o insanlarla olan ilişkilerini de tüketirler. Dolayısıyla herkes her şeyi ve herkesi tüketir hâle gelince, birey de “tüketirken tüketilen” bir hâle gelir.
Tek kullanımlık kâğıt bardak, plastik çatal-bıçak gibi işi biten eşya gibi, karşısındakinin ihtiyaç duymadığı hâle gelen insan da bir kenara atılır. Somut kullan-at ürünler, çevreyi atık ve çöp olarak kirletirken, kullanılıp atılan ve tüketilen insanlar da kendilerini atık ve çöp gibi hissederler. Daha kötüsü çöplerden rahatsız olmazlar.
Geçen yüzyılın başında hayâtımıza girmeye başlayan “beyaz eşyâlar”, “dayanıklı tüketim malları” olarak tanıtılırdı. Bir buzdolabının otuz yıl kullanılması normaldi. Hem bozulunca tâmir ediliyor hem de sırf yenisi çıktı diye değiştirilmesi akla gelmiyordu. Ama yine geçen yüzyılın ikinci yarısından sonra tâmir ettirmek yerine yenisini almak daha uygun hâle geldi. Eskisi peşinâta sayıldı. Yepyeni buzdolapları, fırınlar, çamaşır ve bulaşık makineleri piyasaya çıktı. Garanti süreleri kısaldı. Artık neredeyse bir evden başka bir eve taşınırken otelden çıkar gibi bavulunu alıp çıkmak tercih edilir oldu. Zira mevcut eşyâların hem taşınma masrafı hem de taşınırken muhtemel hasarların tâmir ücretleri, yenilerini almaktan daha pahalıya gelir oldu. Zâten birkaç sene sonra yeni modeli çıkacağı için değiştirilecek olan eşyâları taşımaya gerek kalmadı.
Ayrıca “plânlı eskime” sebebiyle özellikle cep telefonları taksidi bitince kullanılamayacak kadar eskiyeceği için, sürekli yeni telefon almak için taksit öder hâle geldik.
Yeni hep iyi midir?
Evet değişim kaçınılmazdır. Ama her yenilik gerekli ve iyi midir? Hiç ihtiyaç yokken alınan kıyâfetler, eşyâlar bir yana, birkaç senede bir “Sizin için yenileniyoruz” yazısının olduğu brandaların arkasında iç dekorasyonunu tamâmen değiştiren restoranlara artık alıştık. Belediyelerin seçim zamânı geldiğinde kaldırım taşlarını değiştirmesi gibi gereksiz olan bu değişimler, mekânları da tükettiğimizin bir işâretidir.
Moda değişti diye bir defa giyilen kıyâfetlerle dolu gardropların tamâmen boşaltıldığı bir çağda “Beni eskisi gibi seviyor musun?” sorusuna ne kadar samimi cevap verilebilir? Birer tüketici gibi iki kişinin karşılıklı birbirini tükettiği bir ilişki ne kadar ciddi, ne kadar kalıcı, uzun süreli hatta “ölüm ayırına kadar” olabilir?
Tüketim kurdunun giydiği post
Tüketim kültürü, değişim ve yenilik postu giyerek kendini mâsum gösterirken, bireyler bugün verdikleri kararla okudukları üniversitelerden ve seçtikleri mesleklerden on yıl sonra hâlâ nasıl memnun olabilirler? Zâten teknolojik gelişmeler birçok mesleği insanlara gerek duyulmayan hâl getirirken, insan, tüketme ve tüketim kültürü ve kültür endüstrisi karşısında tüketilmekten ve kendi kendini tüketmekten nasıl kurtulabilir?
Belki işe beynimizi şartlandıran kelimeleri değiştirerek başlayabiliriz. “Tüketici” yerine “kullanıcı” veya eskisi gibi “müşteri” diyerek küçük ama önemli bir adım atabiliriz.