“Devlet” kelimesi Arapça’da “düvle” kelimesinden gelir. Genel kullanımdaki anlamından farklı olarak “düvle”, günümüzdeki ifâdesiyle “katma değer” anlamına gelmektedir.
Yâni devlet, toplumda oluşan katma değerin âdil ve uygun bir şekilde dağıtılması ve kullanılması için oluşturulan yapıdır. Bu yapının ne kadar büyük ve güçlü olacağı, ne kadar katma değer üretildiği ve ne kadar âdil kullanıldığıyla doğru orantılıdır. Bu katma değerin içinde sâdece maddî değerler değil, toplumun güvenliği için elde edilen bilgiler de vardır ve bu bilgilerin nasıl ve hangi şekilde paylaşılacağı devletin yetkili isimlerinin inisiyatifindedir.
Devlet, Kanunî Sultan Süleyman’ın “Halk içinde mûteber bir nesle yok devlet gibi” sözünde ifâde ettiği gibi, halk içindeki bütün nesnelerden, kişilerden daha mûteber ve üstündür. Türk töresinde devlet olmazsa ne halk, ne millet, ne de törenin kendisi var olamaz. Bu anlayış hâlâ bir tip akıntısı olarak devam etmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken de verilen mücâdele ve yapılan fedâkârlıklar da devletin her şeyin ve herkesin üstünde olduğunu göstergesidir. Zira bayrak bağımsızlığın simgesi ise, devlet de bağımsızlığın örgütlü hâlidir. Ve bu örgüt, bizim için tek vazgeçilmez, vazgeçilmesi düşünülemez ve alternatifi tartışılmaz bir kabûldür. Ya bir devletimiz olur ya da yok oluruz. Devletlerini kaybeden Türk topluluklarının Türklük vasıflarını koruyamayıp yok olduğu târihsel bir gerçektir. Devlet isimli örgütlü yapının üstünde bir yapı yoktur ve devlet, altındaki tüm yasal yapıların teminâtıdır, yasa dışı yapıların da kâbusudur.
Devletin derini olur mu?
1990’lı yıllardaki koalisyonlu siyâsî yapıdan beslenen bâzı yasa dışı örgütler kendilerine hiç de yakışmayan bir ifâde ile “derin devlet” dediler. Bu ifâde yakışan bir ifâde değildi, çünkü devletin derini, sığı olmaz. Kamuoyunun “derin” diye adlandırdığı yapılar devlet değil, devletten beslenen sülükler ve asalaklardır.
En kısa ifâde ile “derin devlet” ifâdesi yanlıştır, çünkü devlet zâten derindir. “Derin devlet” ifâdesi, “ıslak su”, “sıcak ateş”, “soğuk buz” gibi gereksiz bir ifâdedir. Devlet derindir ve bizim “derin olmayan” diye gördüğümüz devlet, bürokratik kurumlardır. Valilikler, kaymakamlıklar, emniyet müdürlükleri, bakanlıklar, müftülükler, genel müdürlükler ve benzeri bütün kurumlar, devletin bedenini oluşturan ve devletin halk ile temas etmesini sağlayan organlardır. Devleti devlet yapan ise o bedendeki ruhtur. Beden değişebilir; on altı kere olduğu gibi Türk devletleri yıkılabilir ama ruh devam ettiği için yeni bir devlet kurulur.
Devletin duyguları olmaz
Töreyi iliklerimize kadar özümsemiş bir kültürün mensupları olarak, devletimiz söz konusu olunca akan sular durur. En kutsal ve değerli varlıklarımız, anamız, eşimiz, evlatlarımız ikinci plânda kalır. Bunu hiçbir bilimsel formül ve mantıksal yaklaşım izah edemez. Bu, “çünkü öyle” bir durumdur. Bu anlamda halk ile devlet arasında duygusal bir bağ vardır. Bu duygusal bağ, her türlü siyâsî görüş farklılığı ve hatta inanç farklılığının ortak paydasıdır. Bunun en son örneğini 15 Temmuz 2016 gecesi hem gördük hem de gösterdik.
Ancak devlet duygularla hayatta kalmaz. Tıpkı bir toprak parçasını fethetmek için ata binmek, ama onu yönetmek için attan inmek gerektiği gibi, milyonlarca insanı çatısı altında toplayan ve yaşatan devlette, kişisel ilişkilerimizde olduğu gibi kestirip atacağımız tavırlar, ebedî küslükler, affedilmeyecek yanlışlar yoktur.
Birçok kişiye atfedilen şu söz devlette duyguların insanların aksine ön plânda olmamasını özetler: “Devletlerin dostları veya düşmanları yoktur, menfaatleri vardır.”. Bu söz kişilerarası ilişkilerde kabûl edilemez ama devletlerarası ilişkilerde ve diplomasi de âdeta bir şiardır. Devletin menfaati söz konusu olduğunda – sâdece diplomaside geçerli olmak üzere – “dün dündür bugün bugündür”. Bu anlayışı, uluslararası ilişkilerden alıp iç siyâsete uygulayan politikacılar, ülkemize ağır bedeller ödetmişlerdir. Çünkü bu, her şeyden önce halkın seçmen olarak o siyasetçiye verdiği yetkiye saygısızlıktır ve devlet ciddiyetine aykırıdır.
Târihten gündeme bir örnek
2024 yılının Ekim ayının başından beri Türk kamuoyu MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Abdullah Öcalan Çıkışı” ile meşgûl oluyor. Elinde binlerce şehidimizin kanı bulunan bu bebek katilinin Meclis çatısı altında DEM Parti kürsüsünden konuşup PKK’nın lağvedildiğini ilân etmesi dâvetine dayanan bu çıkış âdeta şok etkisi yaptı. Bir kesim bunun mümkün olmadığını, bebek katilinin serbest bırakılmasına izin vermeyeceğini ifâde ederken, bir kesim de “Bahçeli’nin bir bildiği vardır” eksenli bir tavır ortaya koydu.
Evet MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bildiği bir değil belki de bin tânedir. Devlet, en üst yapı olduğu için devletin istihbârat imkânlarının sunduğu bilgiler ışığında, Devlet Bahçeli, yakın geleceği bizden daha net görebiliyor. Biraz siyâsî târih bilen herkes hemfikirdir ki, büyük ölçekli bir savaş, belki 3. Dünya Savaşı ve hatta gerçek anlamda “1. Dünya Savaşı”nın işâretlerini görmemek için kör olmak gerekiyor. Hem 1914’te patlak veren 1. Dünya Savaşı hem de 1939’da başlayan 2. Dünya Savaşı’ndan önceki şartlar, şimdikinden çok farklı değildir. Kaldı ki ilk iki dünya savaşına katılmayan Çin artık küresel bir aktör olarak hem ticârî hem de askerî olarak varlığını hissediyor. Mevcut küresel müesses nizâmı korumak isteyenlerle değiştirmek isteyenler, yan yana duran ateş ve baruttan pek de farklı değil. Sıradan bir vatandaş olarak bunları görebiliyorsak, Devlet Bahçeli’nin pozisyonundakilerin neler gördüğüne Devlet Bahçeli sözcülük ediyor.
Devlet Bahçeli’nin bu çıkışını yakın târihimizden bir örnekle değerlendirelim. 16 Mayıs 1919’da İzmir’i işgâl ederek Anadolu topraklarına giren Yunan ordusunun işgâl ettikleri yerlerde ne mezâlim yaptığını biliyoruz. Kadın, çocuk, yaşlı demeden savunmasız yüzbinlerce Türk katledildi. Köyler yakıldı. Câmiler yıkıldı. Kadınlara tecavüz edildi. İnsanlar samanlıklara doldurulup diri diri yakıldı. Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra diplomatik ilişkiler başladı. Artık Ege’nin diğer kıyısında menfaatlerimiz gereği eski düşman ama yeni dost bir ülke vardı. Menfaatimiz, milleti ayağa kaldırmak ve devletimizi geliştirmeyi sağlayacak adımlar atmaya öncelik veriyordu. Her ne kadar “denize dökme” söylemleri devam etse de, halkın duygularıyla devletin gerçekleri farklıydı. O kadar ki, 2. Dünya Savaşı’nın ayak seslerini duyan Mustafa Kemal Atatürk, öncelikle komşularımızla barış hâlinde olmamız gerektiğini öngörmüştü. Bu bağlamda 1934 yılında Balkan Paktı’nda yer alan devlet aklının bir uzantısı olarak 2 Şubat 1937 târihinde kendi imzâsı ve o zamanki bakanlar kurulunun imzâlarıyla bir kararname yayınladı. Kararnâmenin T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki nüshasını yazının yanında bulabilirsiniz. 8 Temmuz 1937’de imzalanan Sâdâbat Paktı’nda aynı devlet aklı vardı. Kararnâmede şunlar yazıyordu:
Türk-Yunan dostluğunu rencide edecek mahiyetteki resimlerin toplattırılması, satışının ve hariçten ithalinin yasak edilmesi, Dahiliye vekilliğinin 15/10/937 tarih ve 6422/6 sayılı teklifi üzerine matbuat kanunun muaddel 51’inci maddesi mucibince İcra vekilleri Heyetince 2/II/937 tarihinde onanmıştır.
Evet, Yunanlar Ege’de yüzbinlerce Türk’ün kanını döktüler. Ülkelerine dönerken ellerinde yüzbinlerce Türk’ün kanı vardı. Bunu en iyi Mustafa Kemal Atatürk biliyordu. Ama yaklaşan dünya savaşı şartları sebebiyle, menfaatimiz “Türk-Yunan dostluğunu rencide etmeme” gibi bir tavır almamızı gerekiyordu. Bu kararnâme, bugünkü ifâdeyle “Türk-Yunan dostluğu çıkışı” olarak okunabilir ve duygusal tepkilere sebep olabilir.
Böyle kararlar almamız ve böyle tavırlar ortaya koymamız gereken makamlarda bulunmadığımız için kendi açımızdan haklı olarak duygusal davranıyoruz ve tepki gösteriyoruz. Ama devlet en derinlerdeki en küçük hareketliliği hisseden sismik cihazlar gibi, bizim göremediğimizi görüyor, duyamadığımızı duyuyor ve ona göre tavır ortaya koyuyor.
Teşbihte hata olmaz, benzetmem yanlış anlaşılmasın. Devlet Bahçeli’nin “Öcalan çıkışı”, bir terör örgütü ile barış yapma hamlesi değildir. Barış, karşı tarafta devlet varsa yapılır. Bu çıkış, neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu ortaya çıkarma amacı taşıyan bir tavırdır. Bu tavrı bir kişinin dillendirmesi bunun şahsî bir çıkış olduğunu göstermez. Devlet, toplumun tamâmını göremeyeceği istihbarat katma değerini toplum için en uygun olan şekilde paylaşmakta ve çok katmanlı önlemler almaktadır.