Sanayi Devrimi’ne zemin hazırlayan Aydınlanma ve onun zemini hazırlayan İtalya merkezli Avrupa Rönesansı’nın en önemli sonuçlarından biri, Hristiyanlığın toplum ve birey üzerindeki hegemonik baskısının geri plâna itilmesiydi.
Hristiyanlığın hegemonik baskısı o kadar sert ve acımazsızdı ki, ondan kurtulduktan sonra âdeta kilisenin önünden bile geçmek istemeyen Avrupalılar, bir tanrı tanımazlık tavrı içine girdiler ve bunun yerine Antikçağ’daki çoktanrılı dünya görüşünü koydular. Ama Kilise (büyük K ile) olduğu yerde duruyordu ve hâlâ duruyor. O kadar ki Avrupa’nın karanlık yüzyıllarında Hristiyanların korkulu rüyâsı olan İspanya’daki Engizisyon Mahkemesi hâlâ faal durumdadır ve bir önceki papa 16. Benedict’in papa olmadan önce işgâl ettiği makam Engizisyon Mahkemesi başkanlığıdır.
Avrupa, gönlünden uzak tutmak istediğini önce gözünden ırak hâle getirdi ve Hristiyanlığı sosyal hayattan uzaklaştırdı. Bunu da devleti Papalığın baskısından kurtarmak için seküler bir yapı ortaya koyarak yaptı. Bunun için de en uygun siyâsî model, ulus-devletti. Günümüzdeki ulus-devletlerin hemen hemen hepsi seküler ya da laiktir. Sekülerlik kelimesi, laiklikle eş anlamlı kullanılır. Oysa önemli anlam farklılıkları vardır.
Türkiye Cumhuriyeti, anayasal ifâde ile 1928’ten itibâren laik bir devlettir. Herhangi resmî bir dini yoktur. Yöneticilerinin ve halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir devletin “din devleti” olmasına gerek ve hatta imkân yoktur. Zira bir devletin din devleti olması için ruhban sınıfına mensup kişiler yâni din adamları tarafından kurulması ve yönetilmesi gerekir. Bu, bir İslâm devleti için mümkün değildir çünkü İslam’da ruhbanlık yoktur. Ama İran, bir din devletidir, çünkü kurucuları, İslâm’a aykırı olmasına rağmen din adamları tarafından kurulmuştur.
Bu bağlamda “laik” kelimesinin etimolojisine bakmak gerekir. Avrupa’nın sosyopolitik yapısında Hristiyanlığın etkin olduğu zamanlarda toplum “clericus” (ruhbanlar) ve “laicus” (ruhban olmayanlar, sıradan halk) olarak ayrılırdı. Ruhbanlık basit bir din adamlığı değildir. Hristiyanlık’ta Kilise, Müslümanlık’taki câmi ya da mescidin karşılığı değil, farklı bir kurumdur. Kilise ve ruhban sınıfı olmadan, diğer insanlar Hristiyan olamazlar, Hristiyanlığın gereklerini yerine getiremezler. Bu anlayış Protestanlık ile yumuşamış olsa, yabancı filmlerde gördüğümüz gibi nikahı dâîma râhip kılar, vaftiz törenini hep râhip yönetir.
Ruhbanlık anlayışına göre bir Hristiyan, bir râhip kendisine eşlik etmediği sürece, tek başına dinî bir faaliyet yapamaz. Bir grup Hristiyan bir kiliseye gidip âyin yapamaz. En fazla evinde özel bir köşede ya da bir kiliseye gidip dua eder. Müslümanların tek başlarına namaz kılması veya aralarından birinin imâmete geçip namaz kıldırmasına karşılık gelen bir uygulama Hristiyanlıkta mümkün değildir. Başka bir deyişle laikler, ruhban sınıfından biri yâni papaz ya da râhip olmadan kendi başlarına Hristiyan olamazlar. İki yetişkin Hristiyan, iki kişinin şâhitliğinde râhip olmadan evlenemezler. Nikâhı mutlaka ruhban (clericus) sınıfına mensup birinin kıyması gerekir. Bir bebek, bir din adamı olmadan vaftiz edilemez. Oysa İslâm’da ne nikâh kıymak için ne de isim koymak için bir imam olmazsa olmaz şart değildir. Bir kişi Hristiyanlığa girmek isterse bunu bir râhibin huzûrunda yapması gerekir. Oysa Müslüman olmak isteyen biri tek başına Kelime-yi şehâdet getirip Müslüman olabilir.
Ruhbanlık tekeli
Din devletinin vatandaşı olmak, ruhban sınıfının tekelindedir. Mesela günümüzde bile Vatikan, gerçek anlam bir din devletidir, çünkü başında Papa, bir devlet başkanıdır ve Vatikan devletinin tüm vatandaşları Katolik rahip ve rahibelerdir. Yâni ruhban olmayan hiç kimse Vatikan pasaportu taşıyamaz. Katolik ruhbanlar bu avantajı laiklerle paylaşmamak için Vatikan hâricindeki toplumu Hristiyan olan diğer tüm devletlerde papalık ruhban olmayan bir kralı desteklemişler ve o kralların devletin yönetmesine karışmışlardır. Örneğin bir krallık olan İspanya’nın vatandaşlarının çoğu ruhban sınıfına dâhil olmayan laiklerdir. Ama kraliyet tâcını kralın başında İspanya’nın en üst seviyedeki Katolik din adamı takar ve onu kral ilan kutsar.
Bu altyapı üzerinden gidersek, Müslümanlık’ta din devleti olmayacağı gibi, din ile devlet işlerinin ayrıldığı bir devlette olmaz. Bu yüzden Müslüman bir toplumda, siyâsî anlamda laik bir devletin kurulması, olmayan bir yapının yani “ruhban-laik” ayrımının önce kabûl edilip sonra varmış gibi birbirinden ayrılması gibi abes bir anlam taşımaktadır. Elbette “ruhban-laik” ayrımının olduğu bir durumda bu iki yapının birbirinden ayrılması, birbirlerine karışmaması gerekir. Avrupa’daki bir devlette ruhban sınıfı devlet işlerine müdahale edemediği gibi, devlet de din işlerine müdahele edemez. Râhiplerin maaşlarını, kiliselerin giderlerini devlet karşılamaz. Bunun tek kelimeyle ifâdesi sekülerliktir.
İslâm’da devletin başında olan kişi ister sultan, ister padişah, ister cumhurbaşkanı, ister bey olsun, bir dini inancı olacaktır. Ama bu, o devletin ister tebâsı ister vatandaşı olsun hiç kimsenin dinî inancına karışabileceği, bâzı dinî inançları engelleyeceği anlamına gelmez. Bu anlayış, İslâm’da Hicret’ten hemen sonra Medine’deki Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve müşrikler arasında yapılan Medine Vesikası ile başlamıştır. Bunun daha sonraki bir örneği de İstanbul’un fethini tâkiben Fâtih Sultan Mehmed’in Ortodoks Hristiyanlar’a ferman ile verdiği güvencedir. Bu hâdise, günümüzde İstanbul Fener Rum Patrikhânesi’nin girişinde mozaikte anlatılmaktadır. Hem Medine Vesikası, hem de Fatih Sultan Mehmed’in verdiği ferman bir sekülerlik örneğidir.
Seküler Din
Sekülerlik, ruhban-laik ayrımının olmadığı, olmasına gerek olmayan bir sosyopolitik yapıdır. Bu yapıda, her birey ve topluluk doğuştan getirdiği “negatif” haklarla kendi inancını yaşama hakkını uygular. İslâm da her türlü inanca yaşama ve uygulama imkânı ve koruma sağlar. Başında Müslüman bir yöneticinin bulunduğu devlette, değil Müslümanların gayri müslimlere baskı uygulamasına, gayrimüslim bir topluluğun başka bir gayrimüslim topluluğa veya topluluklara baskı uygulayıp dinî pratiklerini engellemesine izin verilmez. Bu anlamda İslâm, seküler ve sivil bir dindir. İslâm’da hangi siyasal rejim altında olursa olsun, devletin kendisine (İslâm’a) müdahale etmesine ve baskı uygulamasına izin verilmez. İslâm’da “din devleti” anlayışının olmamasının bir sebebi de budur. Ama sekülerlik, devletin başındaki kişinin dinsiz olacağı, toplumun dinden uzaklaşacağı, dinî inanç ve pratiklerini terk edeceği anlamına gelmez.
Seküler devlet
Sekülerlik ve eş anlamlıymış gibi kullanılan laikliğin en genel tanımı, din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasıdır. Yâni din, devlet işlerine; devlet de din işlerine karışmaz. Bunu, Türkiye’de ne kadar başardığımız tartışma konusudur. Ama sekülerliğin bir diğer gereği de, devlet işlerinin siyâsetten ayrılması olmalıdır. Yâni din ve devlet işlerini ayırıp, dinin yerine siyâseti koyarsak, devlet işlerine sağlamak istediğimiz müdahele edilemezlik vasfı yerine getirilemez.
Bunun olmaması durumunda, demokratik devletin vesâyet yapıları etkisinde kalmasını engelleyemeyiz. Askerî, akademik, hukukî, ekonomik ve ticârî vesâyet yapıları, devlet işlerine müdahale etmekte hiçbir beis görmezler. Bâzı rektörler, rektörler cübbesiyle siyâsî partilerin grup toplantılarında kürsüye çıkıp konuşur, bâzı akademikler cübbelerini yiyip katıldıkları mitinglerde orduyu “göreve” çağırır. Meslek odaları, yargının kararlarını tepki verme cüreti gösterirler. Demokrasi havârisi kesilen dernek ve vakıf başkanları oy vermedikleri partinin adayını seçimi kazanmasını kabul etmeme ve “bizim istemediğimiz hiçbir şey olamaz. Esas olan biziz” deme hadsizliğini sergilerler. Bunların hepsi birer dindışı ruhbanlık örnekleridir ve ruhbanlığın en belirgin özelliği olan tekel olma ve gücü paylaşma isteğinden gelir.