21. yüzyılın ilk çeyreği biterken hem küresel hem bölgesel hem de ulusal ölçekte ortak gündem konularının başında “şiddet” geliyor.
Hukuk tanımaz terör örgütü tavrıyla İsrail, “güçlü haklıdır” tavrının baş aktörü ABD’den aldığı destek ile şiddeti, askerî ve teknolojik imkânlarla soykırım seviyesinde yapıyor. Üç kıtanın birleştiği bölge olarak içinde bulunduğumuz coğrafyada hem terör örgütleri hem de ülke orduları eliyle oluşturulan gerilim söz konusu. Yurt içinde ise şiddet haberleri cinâyet, gasp, yaralama, soygun, katliam, tecâvüz gibi alt başlıklarla neredeyse “akademik” bir sunum dosyası hâlinde televizyon ekranlarının vazgeçilmez konusu hâline geldi.
Ateşe körükle gitmek
Psikologların ve psikiyatrların hemfikir oldukları bir konu var. Şiddet haberleri şiddeti teşvik ediyor. Kocasından dayak yiyen kadınların sayısı âile içi şiddet haberleri sebebiyle azalmıyor, aksine artıyor. Polislerin yaralandığı ve maalesef şehit edildiği ile ilgili haberlerden sonra benzer şiddet olayları çoğalıyor. Sokak ortasında sarkıntılık, tâciz ve tecâvüze yeltenme haberleri yapıldıkça seyreden bâzı kişilerin kafasında “demek ki başkaları da yapıyor, ben de yapabilirim” şeklinde bir sonuç yaratıyor.
Seviyesi ne olursa olsun şiddet haberlerine hem televizyonda hem de sosyal medyada bu kadar öncelik verilmesi, sanıldığının aksine olumsuz sonuçlar doğuruyor. Bir anlamda ateşe körükle gidiliyor.
Devlete güvensizlik
Muhalif siyâseti, iktidârın mutlak karşıtı olmak şeklinde anladığımız için, iktidar partisini haklı haksız eleştirirken aslında kendi devletimize saldığımızı unutuyoruz. Muhalefet, iktidar olmak için mevcut iktidara saldırırken devlete saldırdığını ve aslında gelmek istediği iktidar makamlarını zayıflattığının farkında değil.
Bunun bir başka tezâhürü de şiddet haberleri yapılırken, alt mesaj olarak verilen devlete güvensizlik telkinleridir. Vaktiyle ana haber bültenlerinde “nerede bu devlet” çığlıklarını jenerik müziği yapan sözüm ona “büyük” gazetecilerin açtığı yol, çok daha genişledi. Vatandaşın güvenliğini temin etme görevi verilen polisler, bıçaklı saldırıda yaralanıyor, silahlı saldırıda şehit oluyorsa “görevini yapamıyor” mesajı verilmiş oluyor. Vatandaş, güvenliği tehdit altındayken arayacağı polise, jandarmaya güvenemeyecekse kime güvenecek?
Eskiden haber bulmak için muhabir çalıştıran gazeteler ve televizyon kanalları şimdi mobese kameralarını haber kaynağı olarak kullanmaya başladı. “Vatandaş gazeteciliği” kavramı insanların haber alma özgürlüğünü genişletecek diye düşünülürken, 7/24 açık olan cep telefonu kameraları, “haber dedikoduculuğu” için malzeme sağlamak için kullanılıyor.
Kara haber zâten tez duyulur
İnsanoğlu olarak güvenliğimiz en öncelikli ihtiyâcımız olduğu için bize tehdit olabilecek şeylere karşı daha dikkatli ve seçiciyiz. Güzel ve olumlu şeylere dikkat önceliğimiz yoktur. Hayatta kalma içgüdümüz sebebiyle kötüyü görüyor, kötüyü duyuyoruz. Bunun günümüzdeki yansıması ise yaşanan şiddet haberlerinin milyonda bir olsa da, tüm ülkeyi sarmış gibi algılamamız. İnsanların ellerinde bıçaklarla, palalarla sokakta dolaşması, onlarca suç kaydı olmasına rağmen “şartlı serbest” bırakılan hükümlülerinin bir suç daha işlemeye âdeta teşvik edilmesi elbette kabûl edilemez. Ama sırf gündüz dışarı çıkabilmek için üniversiteye kayıt yaptırma hakkı verilen hükümlülerin kampüslerde dolaştığı ülkemizde, geç vakitlerde tenha ve karanlık sokaklarda hem kadın hem de erkeklerin can ve mal güvenliğini sağlamak için nüfûsun yarısının polis veya bekçi olması gerekir.
Olumsuz ve kötü haberlerin zâten hemen yayılma ve duyulma özelliği vardır. Bir de bu haberlerin mahallî olmaktan çıkartılıp ulusal seviyede haber yapılması, ülkenin hiçbir sokağında, hiçbir caddesinde, köyünde, kasabasında güvenlik yok demenin dolaylı yoludur.
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” sözü günümüzde vücut buluyor. Bu haberlerle şiddetin âdeta reklamı yapılmaktadır. Okullardaki akran şiddetinden, sokaklarda gasp ve yaralamaya, trafikte korna çaldığı için silahlı saldırıya kadar her türlü şiddet şekli, haber bültenlerinde reklam edilmektedir. İnsan beyni bunları muhakeme edip ders çıkarma ve kendini dizginleme gibi bir tavır almak yerine, sosyal iletişim yollarını şiddet öncelikli hâle getirmektedir. Mağazalardaki tezgâhtarlar bile müşterilere ters konuşmakta, suçlu muamelesi yapmaktadır. Ortalık sözde kişisel gelişim uzmanlarının sâkinlik, derin düşünme, empati, sempati için egzersiz tavsiyelerinden geçilmezken sokakta sükûnet, tatlı dil, nezâket mumla aranacak hâle gelmiş durumdadır. Değil rica etmek, sizli bizli konuşmak bile ender rastlanan bir duruma gelmiştir. Sosyal medyada herkes kırk yıllık arkadaşmış gibi senli benli yorumlar yapıyor, ahkâm kesiyor. Bunların sebebi, önce haber bültenlerinde seyredilen şiddet haberleri ve sonrasında her kanalda her gün çifter çifter yayınlanan dizilerdeki gerilim dolu sahnelerdir. Biz şiddetin kaynağını mafya dizilerinde ararken aşk dizilerindeki koyun postu giydirilmiş kurtları göremiyoruz.
Öğrenilen şiddet
Hem geleneksel medya hem de sosyal medya, şeytanın avukatlığından “şeytanın çıraklığı” seviyesine çıkmıştır. Sanayi toplumunun getirdiği mimarî model sebebiyle özel alanı daralan insan, bir de gün boyu tanımadığı insanların fiziksel temâsına mâruz kaldığı toplu taşıma araçları ve AVM’ler gibi ortamlar yüzünden, bilinçaltında bir saldırı psikolojisi yaşadığı için bu saldırıya karşı gereksiz savunma tepkisi vermekte ve bunu nasıl yapacağını medyadan öğrenmektedir.
Kendini rahatlatmak için çıkacağı balkondan bile mahrum bırakılan insanlar olarak evlerde duramıyor ve kendimizi sokaklara atıyoruz. Sâkinleşmek için yürümek, derin nefes almak, yalnız kalmak, kafayı dinlemek yerine sıkış sıkış oturulan, bangır bangır müzik çalınan mekânlarda kahveler içiyoruz. Bu mekânlara giderken bindiğimiz toplu taşıma araçlarımız kalabalık ve kendi araçlarımızla çıktığımız trafik sıkışık olunca, arenaya çıkmadan önce kızdırılan boğalara dönüşüyor ve önümüze hangi renk çıkarsa çıksın saldırıyoruz.
Tüm bunlar işe yaramadığı için “hafta sonu kaçamağı” gibi laflarla reklamı yapılan “İstanbul’a 50 km uzaklıktaki” kütük evlerde bir gece iki gün geçirince her şeyin düzeleceğini zannediyor ve bir defa daha aldatılıyoruz. Kendi paramızla rezil olduğumuz bu kaçamaklardan eve dönerken trafikte yine geriliyoruz ve kavga etmeden eve girersek kendimizi şanslı hissediyoruz.
“Acı var mı acı?”
Geleneksel medyanın en önemli organı olan günlük gazetelerde “polisiye haber” olarak nitelendirilen genelde şiddet içerikli haberler eskiden gazetelerin üçüncü sayfasında yayınlanırdı. Ama otuz iki sayfalık gazetelerde en fazla iki sayfalık yerleri vardı. Artık maalesef sâdece spor ve futbol haberleri veren gazeteler gibi, “şiddet gazetesi” çıkartacak duruma gelindi. Televizyonlarda “kadın kuşağı” saatlerinde bile iki güzel kelam duymak mümkün değil. Sabahtan akşama, yemek programlarından dizilere kadar tebessüm edilerek seyredilen bir program bulmak imkânsız.
Türkiye’nin önde gelen yönetmen ve yapımcılarından birinin şu sözü durumu özetliyor: “Cehennem her şeyden daha sinematografiktir.” Bu söz sinema filmleri için geçerli olabilir. Eskiden Bruce Lee filmlerini seyredip sinemadan çıkanlar sokakta birbirlerine uçan tepme atardı. Şimdi John Wick gibi dört filmlik serilerde, senaryonun neredeyse yüzde sekseni dövüş, yaralama ve öldürme sahneleriyle dolu. Bu gibi filmler gişe rekorları kırıyor. Saldıracak bir şey bulamayan Hollywood, uzaylarla savaşa giriyor. Yirmili yaşlarındaki nesil Yıldız Savaşları, Taht Oyunları, Açlık Oyunları gibi filmlerle şiddeti neredeyse damardan almış durumda.
Bu kadar şiddet haberine mâruz kalan kamuoyu mefhum-u muhalif olan “güven” hissinden de uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor. Hiç şiddet yokmuş gibi kurgulanan dizelerde bile güven hissine saldırılıyor. Mâsum bir dizide bir bölümde tanışan bir erkek ve bir kız, bir sonraki bölümde hiçbir nikâh ya da düğün sahnesi olmamasına rağmen, “istenmeyen hamilelik” yüzünden birbirlerine olan güvenlerini kaybedebiliyor.
Medyanın her türlüsünde bu kadar şiddete mâruz kalınca, bilinçaltımız “3. Sayfa” hâline geliyor. Günde ortalama dört saatimizi geçirdiğimiz sosyal medya hesaplarımız şiddetin her türlüsünü “sizin için önerilen” başlığı altında önümüze koyuyor. Haber bültenlerinden canlı yayında “acı var mı acı” diye soran anlı şanlı(!) gazetecilerimizin ektiği tohumlar hasat ediliyor. Buzlanan görüntülerin, dıtlanan küfürlerin ne olduğunu herkes biliyor. “A.m.k” ya da “a.q.” şeklinde kısaltılan küfürler neredeyse iltifat anlamında herkesin ağzına pelesenk oldu.
Şiddet, Adana kebaptaki acı gibi, olmazsa olmazımız hâline geldi. Damak zevkimizin değişmesi gibi, görsel ve işitsel zevkimiz de bozuldu. İyi şeyler duymak bizi rahatsız ederken, kötü haberler, şiddet ve vahşet görüntülerini inşaat seyreden aylak vatandaşlar gibi sıkılmadan seyreder hâle geldik!
Şiddetin yönü olmaz
Şiddet şiddettir. Kim yaparsa yapsın, kime veya neye şiddet gösterirse göstersin, şiddettir. İstanbul Sözleşmesi gibi kısır bir çerçevede tartışıldığı için çığırından çıkan bir şiddet sarmalındayız.
Şiddete karşı gösterilmesi gereken tepkiler, sâdece “Kadına şiddete hayır” sloganının içeriğine sıkıştırılırsa bugünkü sonuçları yaşarız. Kadına şiddete hayır, derken sâdece erkeklerin kadınlara gösterdikleri şiddet dikkate alındı ve alınıyor. Oysa erkeğin erkeğe gösterdiği şiddet, kadının kadına gösterdiği şiddet, kadının erkeğe gösterdiği şiddet, çocuğun çocuğa, erkeğin ya da kadının çocuğa, hayvana, ağaca, doğaya, devlet malına, tarihî esere gösterdiği şiddet de şiddettir. Bunları seneler önce dillendirdiğimde “Önce kadına şiddeti hâlledelim” şeklinde cevaplar aldım. Sonuç ortada. Şiddeti sâdece kadının mâruz kaldığı bir saldırı olarak kısıtladığımız ve diğer şiddet türlerini önemsemediğimiz için bugün bunları yaşıyoruz.
İster erkek ister kadın olsun, güçlü olduğu için kendini haklı sanan maganda ile güçlü olduğu için soykırım yapan devlet arasında nitelik olarak fark yoktur. Devlet soykırım yapar, maganda cinâyet işler; mâsumların hayâtını karartır, kendini devlet zannedip silah çeker aklınca ceza verir. Ünlü veya zengin olduğu için uçakta kabin görevlisine hakaret eden erkek de kadın da şiddet gösteriyor demektir.
Şiddet fâilin cinsiyetine, sosyal statüsüne, siyâsî görüşüne, inancına, milliyetine, etnik kökenine bakılmadan tarafsız tepki gösterilmediği ve karşı durulmadığı sürece, bugün olmasa bile bir gün bizi de bulacaktır.