Günümüzde artık en zor şey yapaylıktan uzak insanlara rast gelmek. Gerçek insanı bulmak çok zorlaştı.
Günümüzde artık en zor şey yapaylıktan uzak insanlara rast gelmek. Gerçek insanı bulmak çok zorlaştı. Robotlara gerek kalmadı hatta onlar bile daha gerçekler. Gözümüzde büyüttüğümüz koca koca insanlar bir gün geliveriyor, balon gibi sönüveriyorlar. Her şeyin yapayı bu kadar yaygınlaşınca bir gün insanın da kimyasının bozulacağı aşikârdı. İnsanoğlu artık arkasına saklanacağı bir sürü bahane ve sahte gerçekliğe sığınıyor ki, şaşırmamak elde değil. Bu yapaylıklar, bahaneler insanın kendisiyle yüzleşmesini engelliyor. Doğruyu yanlıştan ayıracak toplumsal mekanizmalar da azaldı. Hal böyle olunca da toplum alarm veriyor. Doğruyu söylediğiniz zaman dokuz değil on dokuz köyden kovuluyorsunuz. Bir de iletişimci olduğumuz halde usulüne uygun söylesek de yine de karşımızdaki kendi gerçeği ile yani sahte yüzüyle karşılaşmak istemiyor.
Taraftarsız kalabalık
Öyle kalabalıklar var ki yüzlerine baktığınızda acaba bu gerçek mi diyorsunuz? Sırıtan yüzler… Sorgusuz sualsiz bakan boş gözler... Sahteliğin peşinde hevesler... Taraftar olmak için kalabalıkla gezen kimliksizler. İnsana yapılacak en büyük kötülük sahte bir dünya yaratmak ve orada onların ruhlarını okşayacak boş ve geçersiz vaatler sunmak. Olur da insan kazara bile olsa bu sahtelikten uyanırsa ne olacak? Travmaya bakın! İnsan yaradılışı gereği gerçeği bulmak için soru sorar. Soru sormayan insandan korkarım ben. Soracağı sorudan dolayı küçük düşürüleceğinden korkan ve o sahte insan kalabalığında yaşamaya katlanan zavallılardan olmak yerine yalnızlığı tercih eden gerçek insanlar var. Onlar kalabalıklara selam vermezler. Yanlarından sessizce geçerler. Rahatsızlık vermezler. Bilirler ki; gerçek gerçektir ve orada duruyordur.
Tanrı adına sahtekârlık yapmak
O kadar çok ki, hangisini söylesem. Mesela en çok konuştuğumuz konulardan biri olan kıtlık konusu. Tanrı herkese yetecek kadar şu dünyayı nimetle donattı. Ancak birileri insanlığın bir kısmını yoksul kalmakla ve yoksulluğu kadere bağlamakla işin içinden kendini kurtarıp yerine Tanrı’yı yerleştiriyor. Ya da biri haksızlık yapıyor ve siz itiraz ettiğiniz anda asilikle, itaat etmemekle suçlanıp Tanrı’yı araya koyuyor ve sizi Tanrı’ya karşı çıkmakla baskılıyor. Güya kendini Tanrı’nın emrini uyguladığını söyleyen mollalar, dini gruplar bu şekilde davranmıyorlar mı? Bu bir nevi Tanrı adına yalan söylemek ve gerçeği manipüle etmek değil de nedir?
Kalp merkezdir
Çocuklarımıza öğreteceğimiz en değerli olgu, gerçeği sahtesinden ayıracak bir mantık kabiliyeti kazandırmaktır. İnsanın kalbi bunun için vardır. Şaşırmayın! Kalp sormak ister. Kalp bir şeyin ters gittiğini anlar. Kalp beyine soru sordurur. Kalp her şeyin merkezidir. O yüzden daha küçükken ezilen bir kalp. Örselenen bir kalp. Sıkıştırılan bir kalp yarın öbür gün yeri geldiğinde soru sormaktan tutun da kalbindeki acıyı, olumsuz duyguları hissetmemek için susacak, kendini kandıracak, soru sormak yerine itaat edip kalbini devreden çıkaracaktır. Her ağlayan kalpten ağlamıyordur. Her acı çeken kalpten çekmiyordur. Şu bahsettiğim son örnekler otomatik pilottan kaynaklanıyor. O yüzden çocuklarımızın kalplerine baskı yapmayalım. Bırakın kanları aksın. Gerçekten ağlasınlar; kalpten. Gerçekten dizleri acısın. Gerçekten gözyaşları aksın. Gerçekten kalpleri çalışsın vesselam.
GÖÇMEK
Birleşmiş Milletler tarafından artan göçmen sayısına dikkat çekmek amacıyla 2000 yılında 18 Aralık “Uluslararası Göçmenler Günü” olarak kabul edilmiş. Uluslararası Göçmenler Günü’nde göçmenlerin ve yerinden edilmiş kişilerin karşılaştıkları problemlerle ilgili farkındalık oluşturmak hedeflenmiş. Bu hafta Suriyeli iki yüzücü kız kardeşin Almanya’ya bin bir zorlukla göç edişini anlatan bir film izledim. Bazı yerler değiştirilmiş olsa da gerçek ve etkileyici bir yapım olmuş. Filme konu olan kardeşlerden biri 2018’de Yunanistan sınırında mültecilere yardım ve yataklıktan tutuklanmış. Sanırım hala hapishanede. İnsanların ne dramlar yaşadığını bilmiyor ve yaftalıyoruz. Çünkü kolay olanı bu. Oysa insanlara takılmak yerine olayları anlamaya çalışsak biraz daha fazla yol kat edebileceğiz. Filmi izlemenizi tavsiye ederim. Göçmek kolay değil. Göçmen olmak daha da zor.
SINIR
Zaman saçlarının arasından akıyor. Ellerimi gezindirdikçe tellerin arasına sıkışıyor yüreğim, daralıyorum, bir fotoğraf karesinde gözlerim kalıyor. Aslında burada tam da burada o beyaz elbiseyi giydiğinde zamanın bu zamana evrileceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü zamanı durduran o gözlerinin büyüsüne kapılmıştım. Herkes kıskanıyordu seni. Çünkü artık bu esaretten kurtuluyorduk. Yeni bir sınır vardı. Oraya kadar gidecek ve kollarımda o sınırı birlikte aşacaktık. Evet! Öyle de oldu. Bembeyaz ayakkabıların çamura, toza bulandı ama başka çaremiz yoktu. Dipçik darbelerinden kaçmanın daha kolay bir yolu yoktu. Seni bembeyaz bir bayrak gibi taşıdım. Ama yine de kurşunu yedim tam da göğsümden. O günün hatırasına hala saklarım bembeyaz örtünden. Artık o sınırlar kalktı. İnsanlar özgür. Öyle diyorlar. Nice beyaz örtüler kana bulandı. Ne uğruna! Şu devrim! Bu devrim! Asıl devrim neydi biliyor musun Sevgilim? Senin gözlerinde sınırları kaldırmak.
OKUMA VE ARAŞTIRMA ALIŞKANLIĞI EDİNECEĞİM DE NE OLACAK?
DOÇ. DR. IŞIL İLKNUR SERT
Okul kütüphanesinden içeri koşa koşa küçük bir kız öğrenci giriverdi. “Kütüphaneci abla! Kütüphane açılmış hem de senin sayende…” Uzun yıllar kapısı kilitli duran, belli ders saatlerinde ya da kısıtlı teneffüs aralarında kapısından girilebilen kütüphanenin tüm gün açık olacağını duymak küçük kızı çok sevindirmişti. “Annem imza topladı veliler arasında, kütüphaneci gelsin diye. Ben de kütüphanecilik kulübüne üye olacağım bu yıl. Bir de çok kitap okuyacağım.”
Geçen ay, bir okul kütüphanesinde bu an gerçekten yaşandı. Yaşamda sadece bir an idi. Ama kütüphaneci için çok şey ifade ediyordu. Kütüphaneye koşarak gelen o küçük kız ve annesi için de öyle… Şimdi hayatında kütüphane görmemiş bir yetişkine bu satırları okusanız ne ifade eder acaba? Ya size ne ifade etti? “Öğrenci dediğin kitap okur, tabii” mi dediniz, “Kütüphanede para mı dağıtıyorlarmış?” diye kendinizce espri mi yaptınız? “Ne var canım, okula kütüphaneci gelmiş işte!” deyip önemsemediniz mi? Okula kütüphaneci gelmesi öyle önemlidir ki… İşte orada akademik dürüstlüğe ilk adımı atar öğrenci. Sonra intihal yapan bir bilim insanına dönüşmeden vatanı milleti için çalışır. İşte orada insan olmayı, iş birliğini, çalışkanlığı örnekleriyle görür ve anlar öğrenci. Sonra büyüdüğünde meslektaşlarıyla iş birliği yapmanın mutluluğunu yaşar. İşte orada bir kitaba emek verenleri görür öğrenci. Sonra bir yönetici olduğunda hak ederek kazanılmış unvanların ne demek olduğunu anlayarak hakkı hak sahibine teslim eder. İşte kütüphanecinin kim olduğunu orada görür öğrenci ve okumanın, araştırmanın neden önemli olduğunu anlar, kütüphanenin kapısından adım atmaya çekinmez gelecekteki evladı ile…
S.R. Ranganathan 1930’ların Hindistan’ından bize şöyle seslenir: “Kitaplar okunmak içindir. /Her okuyucunun bir kitabı vardır. /Her kitabın bir okuyucusu vardır. /Okuyucunun zamanını boşa harcamamak gerekir. /Kütüphane gelişen bir organizmadır.” Bu beş madde bugün kütüphaneciliğin beş temel yasası (ilkesi) olarak biliniyor. Bu yasaları günümüze uyarlayanlar da var, kitap yerine web sayfası diyen de var, maddeleri kendine göre değiştiren de. Ne olursa olsun, 1930’lardaki hali bugün bile geçerli aslında. Her okuyucunun bir kitabı vardır, size hitap eden bir şeyleri mutlaka okuyorsunuzdur. Siz gitseniz de gitmeseniz de kütüphaneler birer gelişen organizmadır ve devamlı değişmektedir. Herkesin zamanı hala çok değerli. Ve yazan herkes aslında bir gün okunacağını umarak yazıyor. Çocuğunuzun okulundaki kütüphaneden Fatih Erdoğan sesleniyor “Böyle de ödev mi olur?” diye. Üniversitenin kütüphanesinde raflar arasında Yahya Kemal Beyatlı “Sessiz Gemi” ile bize bir şeyler hatırlatmaya çalışıyor. Köşedeki halk kütüphanesinin kapısından Cervantes “Don Kişot” gibi yel değirmenleriyle savaşmanın anlamını ya da anlamsızlığını fısıldıyor. Tarihi bir caddenin üzerindeki özel araştırma kütüphanesinde yüzyıllar öncesinden bir yazar kendi el yazısı ile hatıralarını anlatıyor. Milli Kütüphane’de ülkenin gelmiş geçmiş tüm yazarları, şairleri, bilim insanları hayatlarından inciler döküyor önümüze... Çünkü her kitabın bir okuyucusu vardır.
“Okuma ve araştırma alışkanlığı edineceğim de ne olacak bu yaştan sonra?” diye soruyor emekli memur. “Ömrüm boyunca rakamlarla uğraşmışım zaten, şimdi halk kütüphanesine üye olmakmış! Ne işime yarayacak?” Nice emeklinin ikinci hatta üçüncü üniversiteye başladığından bihaber. Açık lisede okuyanları, af ile üniversiteye dönen yaşıtlarını bilmeden hayata at gözlüğü ile bakarak yaşadığını düşünüyor. Yaş almıyor aslında, yaşlanıyor. Peki biz bu dünyaya neden geldik? Kendimizi, dünyayı, insanları tanımak, anlamaya çalışmak için değil mi? Tüm öğretiler bunun üzerine değil mi? Kütüphane raflarından kutsal kitaplar da, felsefeciler de, bu konuda düşünen kim varsa böyle seslenmiyor mu? Elinden düşmeyen telefonundaki arama motoruna “Sıra Dışı Okurlar” yazsın o emekli memur, bakalım okuma ve araştırma alışkanlığı kazanmak insana ne katarmış?
Bu hafta İstanbul’da büyük bir kitap fuarı var. Hani pandemi boyunca açılmasını beklediğimiz o kitap fuarı… Yurdun dört bir yanında kitap fuarları açılıyor. Evet, kitaplar pahalı. Ancak bu köşede daha önce de yazıldığı gibi, “kütüphanelerden kitap ödünç almak ücretsiz". Lütfen kitap fuarını gezin. Gözünüze kestirdiğiniz kitapları kütüphanelerde bulmaya çalışın. Yoksa, özellikle belediye kütüphanelerinden istekte bulunun. Sayenizde onlar da kendi koleksiyonlarına yeni kitaplar katmış olacaklar. Ücretsiz elektronik kitap mı istiyorsunuz? Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanan E-Kitabım uygulaması ile elektronik kitaplara cep telefonunuzla ulaşın. Yeter ki isteyin.
Başlıktaki soruyu Yunus Emre ile cevaplayalım o halde: “kendimizi bilmek için” okuma ve araştırma alışkanlığı edinmemiz gerek. Beşikten mezara dek…
KARTON BARDAKLAR KALDIRILDI
Birçok kurumsal işletme sebillerdeki karton, plastik bardakları kaldırdı. Çay almak için birçok zaman dağıtılan bu bardaklar korona salgını ile birlikte tamamen yerini başka alternatiflere bıraktı. Hastalığın yaygınlaşmasını da önlemek ve beraberinde aslında hayırlı sonucu da tüketime son vermeye neden olan bu uygulama iyi oldu. Yerine ne geldi diyeceksiniz? Kurumsal bir yerde çalışıyorsanız artık çalışanların kendilerine ait ya kupaları ya da termos bardakları var. Bir misafiriniz geldiğinde çay servisinden cam bardakta çay veya bildiğimiz fincanlarda kahveniz getiriliyor. Aslında çok eskiden de böyleydi. Bu karton, naylon bardaklar sonradan çıktı. Ne diye çıkmış? Şimdi düşününce çok gereksiz geliyor. Ama hiç sorgulamamışız demek! Hala çevreyi kirleten, bu uygulamayı devam ettiren kurumlar varsa bir an önce kaldırılmasında fayda var.
ARTI EKSİ
Artı
Çevreni güzelleştir
Bizim mahallede bir kırtasiye var. Bu kırtasiyenin hemen giriş kapısının yakınında, baharda sokağın köşesini mora boyayan bir ağaç bu dükkâna eşlik ediyor. Kırtasiye sahibi garip bir kişilik. Fakat dükkânının çevresinde ne kadar toprak varsa kurumaya yüz tutmuş, yeşillendirdi. Bir öbek toprağa biber, diğerine kiraz domates ekti. Yazın biberler, domatesler salkım salkım sarkıyor. Bizim sokağa bağlayan caddenin başında bu kırtasiye. Her gün önünden geçiyorum. Soğuk beton ve asfaltın yanı başında biten bu tazelikler insana heyecan veriyor. İnsan hayatını güzelleştirirken önce çevresinden başlamalı demek.
Eksi
Çevreni pislet
Aynı mahalleden başka bir örnekle devam ediyorum. Bu kez ikamet ettiğim apartmanın bitişiğindeki binanın tam önünden geçerken bir çöp poşeti önüme doğru düştü. Karanlık ve geç bir saatte olması, sokağın ıssızlığından yararlanan komşu, benim oradan geçeceğimi hesap edemedi. Çöp poşeti gökten yağmayacağına göre biri pencereden fırlatılmıştı. Aynı esnada bir pencere kapanma sesini de duymuştum zaten. Evet, anladım tabi. Çöp poşeti sokaktaki konteynere atılmak yerine pencereden fırlatılmıştı. İki örnek iki insan!
İSRAF OBEZİTE İLİŞKİSİ
Devlet kanalındaki bir sabah programında çocuklarda obezite konusu konuşuluyor. Hekim annelerin tavrını eleştiriyor. Ellerinde kaşıklarla çocukların peşinde illa o tabak bitecek diye koşturmasınlar diyor. Tabağını sünnetle bakalım diye tutturmasınlar diyor. Bir hekim bunları dememeli. Çocuk yiyeceği kadarını tabağına kendi almalı ve bunun da bitmesi gerektiğini bilmeli. Bitince de isterse biraz daha ilave edebilir. Yediklerinden fazlasına ısrar edilmemesi demek geri kalanın çöpe gideceğini gösterir. Ayrıca evde pişen yemeği çocuklara mutlaka ısrar edilsin demiyorum ama bir terbiye olarak yenmeyen yemeğin çöpe gitmeyeceği çocuğa aşılanmalı. Bir de çocuk, evdeki tencere yemeğinden yerse obezite olmaz. Asıl o yemeği bitirmeyip yerine bir iki saat sonra zil çalan karnını abur cubur ile doldurmasıyla obeziteye davetiye çıkarır. Bunu bilmeyen hekim de yoktur. Programı yöneten kişi de hekimin her dediğini tasdikler pozisyonda kafa sallamak yerine açık uçlu sorular sormalı.