Atölye (veya İngilizce meraklıların dediği gibi "workshop") çalışmalarının yanında, seminerler de bir hayli çoğaldı.
Bir "atölye" furyasıdır, gidiyor. Hatta hızını alamayıp "workshop" deyip yabancı dil kompleksini “yüksek fiyat” avantajına dönüştürenler bile var. Klasik Türk-İslâm Sanatları için bile "workshop" düzenleniyor. (Bkn. Büyük Çamlıca Câmii minyatür ve hat programları)
Bu atölye furyasında neler yok ki! Artık çocuklarını evlendirmiş, ama henüz torununu kucağına almamış orta yaşlı ev hanımlarının gittiği ahşap boyama kurslarının devri kapandı. Devir, ruhsal boşlukları dolduran, mânevî açlığı doyuran, nerede kaybedildiği bilinmeyen özgüveni bulduran "farkındalık atölyeleri"nin devri. Tabi ki onun da pahalı ve sosyetik olanına "mindfulness workshop" diyorlar. Yılların birikmiş sorunlar, gözlerini kapayıp “hımmm” diyince uçup gidiyor!
Atölye (veya İngilizce meraklıların dediği gibi “workshop”) çalışmalarının yanında, seminerler de bir hayli çoğaldı. Bir saatlik seminer de var, günde dörder saatten sekiz hafta süren seminer de. Budizm’den pazarlama tekniklerine, karı-koca terapisinden çocuk yetiştirmeye, beslenmeden amatör fotoğrafçılığa kadar her şeyin semineri var. (Not: Hiç evlenmediği hâlde evlilik semineri verenlere dikkat!)
Havanda su mu dövüyoruz?!
Peki bu atölyelerde ve seminerlerde bu kadar çok şey öğretiliyor ve öğreniliyorsa, Millî Eğitim Bakanlığımız’a bağlı devlet okullarında ve özel okullarda ne öğretiliyor ve öğreniliyor?
Ortalıkta bu kadar atölye ve seminer varsa, özgün eğitim-öğretim kurumları ne iş yapıyor?
Yoksa Necip Fâzıl’ın tâbiriyle bu okullar, “muşamba dekor” mu?
Bir milyon (rakamla: 1.000.000) öğretmen ve on beş milyondan fazla (rakamla: 15.000.000) öğrenci boşa mı zaman harcıyor?
Onca okul binâsı ve derslik, sınıflardaki pahalı teçhizat ve donanım, bilgisayarlar, projeksiyonlar, her okulun bahçesine dizilen onlarca okul servisi havanda su dövmek için mi?
Çocuklarımız, hafta sonlarını iple çekiyor veya okullar tâtil olunca sevinip okula gitmediği için eksiklik duymuyor. İster ev hanımı olsun ister çalışan olsun, anneler plânlanmamış ve âni bir okul tâtilinde ne yapacağını bilemiyor. Yoksa onca masraf yapıp, devlet bütçesinden en büyük payı ayırıp yatırım yaptığımız okullarımız aslında “çocuk toplama merkezi” mi?
Aslî kurumlar işlevsizleşti
Meseleyi sâdece “millî eğitim sistemi” merkezli ele alıp, “vurun abalıya” şeklinde davranırsak hiçbir şey kazanamayız. Neticede eğitim sistemimizin bütün unsurları, bizim insanımızın eliyle çalışıyor. Bireyler olarak kenara çekilip her şeyi devletten beklememizin sorunlarından en büyüğünü burada görüyoruz.
Ülkemizde zorunlu eğitim, oniki yıla çıktı ama insanlar, üniversite okusalar bile bununla yetinmiyorlar ve mesai çıkışlarında ya da hafta sonlarında "sertifikalı" birçok eğitimlere katılıyorlar. İnsanımızın çabaları takdire şayan ama, bunun sebebi, öğrenme açlığı ve azmi değil. "İlim Çin'de bile olsa gidip alın" veya “İki gününüz eşit olmasın” tavsiyesi uyarınca yaptıklarını sanmıyorum. Kişisel gelişim kandırmacası altında herkes kendi başına sivrilmek istiyor. Üstüne basıp yükselecekleri omuz veya sırt arıyorlar. “Kendini tanımak”, “Kendinin farkına varmak”, “potansiyelimi ortaya çıkarmak” başlığı altında gidilen atölyeler ve seminerler günü kurtarmaktan başka işe yaramıyor.
Ama sorsanız herkes hayvansever ve çevreci. Ancak yapılanlar, kedi ve köpek videoları paylaşmak ve başkalarının açtığı sosyal medya hesaplarında çevre katliamını kınayıcı paylaşımlar yapmaktan öte gitmiyor. Bir sonra bakılan paylaşımlar ve girilen siteler makyaj, bahis, gezi-tâtil, otomobil içerikli oluyor. Sorumluluk duygusu bile kişisel ve anlık tatmin seviyesinde kalıyor.
Buradaki mesele, sosyal yapıdaki aslî kurumların işlevsizliğidir. Bunların arasında iki kurum öne çıkmaktadır: Âile ve eğitim. Her toplumsal yapı gibi, bizim toplum yapımızda bâzı kurumlar üzerine inşa edilmiş. Bu kurumların en başında gelen âile kurumu ve eğitim kurumu, artık magazin konusu olarak ele alınıyor.
Âile, kurumsal işlevinden uzaklaşıyor
Âile kurumunun başlangıcı olan evlilik, paparazzilerin en çok sorduğu ve itibarsızlaşmış bir kavram hâline geldi. Ekonomik kriz var, denilen ülkede yapılan kına geceleri, nişan ve düğün törenleri masallardaki prens-prenses düğünlerini aratmıyor.
Kamuoyunun “ünlü” diye adlandırdığı kişilerin yaptığı doğumlar, sanki doğum yapan tek memeli canlı türü onlarmış gibi sosyal medyada paylaşılıyor. Evlilik, toplumdan “evlenmeden çocuk yaptı” tepkisi gelmesin diye oynanan bir tiyatroya döndü. Artık bu tepki de azaldı.
Ünlü olmayanlar arasında, evcil hayvan beslemekten sıkılıp, “kariyerli ama çocuğu yok” demesinler diye “plânlı” çocuk yapanlar var. Baraj, köprü, otoyol, havaalanı yatırımı yapar gibi çocuk yapanlar ehven-i şer hâline geldi. Zira “bu kötü dünyâya bir çocuk getirmek istemiyorum” deyip elindeki sigaradan vazgeçmeyen, değil ağaç dikmek, hayâtında bir saksı çiçek bile sulamayanlar az değil.
Doğan çocuklar, anne-babalarıyla olan ilişkilerinde başlayacak sosyalleşme sürecinden mahrum kalıyor. Yabancı dadılar elinde büyüyüp anadili öğrenmeyen çocuklar, yakında aramıza katılacak. Anne-baba rollerinin yanında abi, abla, kardeş, yeğen, hala, amca, teyze, dayı, dede, anneanne-babaanne rollerini tanımayan birçok çocuk var. Bu çocukların sosyalleşme süreçlerinde en çok bildikleri rol, oyuncak mağalarındaki “satış danışmanı” yâni “tezgâhtar” abi ve abla rolü.
Âilesiyle iletişim kuramayan çocukların anne-babaları, kendilerini atölye ve seminerlerle kurtarmaya çalışıyor. Çocuklar için de atölyeler var elbette. Sistem o kadar iyi kurulmuş ki, kendi enerjisini üreten otomobil gibi, kendi müşterisini üretiyor.
Eğitim sistemi, gerçek hayattan uzak
Âile kurumunun bu hâlinin yansımaları eğitim kurumunda da var. Anne-babalar kendi ihmâllerini telâfi etmek için, anaokulundan itibâren okullardan çok şey bekliyorlar. Ama öğretmenler de insan ve eksikleri var. Öğrencilere ilkokuldan sonra iyi bir ortaokul; ortaokuldan sonra iyi bir lise; liseden sonra iyi bir üniversite sarmalında deli gömleği giydiriyoruz.
Okuma-yazma ve dört işlem hâricinde okullarda öğretilenlerin gerçek hayatta karşılığı yok. Sınav odaklı eğitim sistemi, girecek sınav kalmayınca insanı vahşi bir ormanda pusulasız kalan insan gibi, ortada bırakıyor. Bu insanlar da, karanlık basınca ortaya çıkan yırtıcılar gibi pusuda bekleyen atölye ve seminercilerin ağını düşüyor. On yaşındaki bir çocuk eline tornavidayı ilk defa atölye çalışmasında alıyor. Tabi bu atölyenin adı “Maker Workshop”! Otuz yaşındaki bir yetişkinin ayağı çamura ilk defa “farkındalık yürüyüşü” sırasında bulaşıyor.
Eskiden ayakkabıcı atölyesi, marangoz atölyesi, demirci atölyesi gibi yerlere çırak girip usta çıkılır ve seyr-i sülûk yaşanırdı. Şimdiki atölyeler, her evde televizyon olmadığı dönemlerde komşuya dizi seyretmek için gitmeye benziyor.
Bütün bunlar olurken biz Survivor’ı sâdece bir televizyon programı zannediyoruz. İyi seyirler.