Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır'daki 5.Haremi Şerif olarak kabul gören ve yapımına ne zaman başlandığı tam olarak bilinmeyen tarihi Ulu Cami'nin avlusundaki Güneş saatine takıldı gözlerim.
“Sen bendeki en güzel şeysin, adını bir türlü koyamadığım...
Kuraklığımda buz gibi çağlayan nehrimsin; dayayıp dudaklarımı kıyısına kana kana içtiğim, içtikçe doyamadığım...
Çocukluğumun bayram sevincisin; günler öncesinden uykumu kaçıran ayakkabılarımı ve elbisemi ilahi kılıp baş ucumda tutan...
Sen ilk öpücüğümsün. Alabildiğine masum, alabildiğine sıcak, alabildiğine yüzümde kırmızı güller açtıran...
Yüreğime düşen bir kor ateşsin; içimi titreten, ruhumu yakıp kavuran ve sönmesini hiç istemediğim...
Bir bebeğin ilk çığlığısın. Atması için poposu kızartılan, sonrada susması için bir ömür uğraşılan...
Anladım bitmeyecek bu coşku ve seni her düşündüğümde kabaracak içimdeki sevgi denizi...
Ve anladım; sen bendeki her şeysin adını tüm güzelliklere koyduğum…”
Tensel temasla birlikte tinsel teması da yakalamak, sen diyebilmek, yokken bile varlığını hissetmek, nefesiyle bile titremek çok zordur çoğu zaman. Kimi bu frekansı ömrü boyunca arar da bulamaz, kimi varlığından bihaber anlık heveslerle öyle gelir öyle gider bu dünyadan anlamsızca, kimi de bulur ve sımsıkı sarılıp Tin-den ruha yansıyanlarla yürür sen dediği yürekle hayat yolunda. Ve atılan her adım ‘katar seni bana beni de sana...’
Aralıklarla maneviyat heybemizdekileri ortaya döküp bizi tüm canlılardan ayıran özelliklerimizi yazmaya çalışıyorum yüreğim yettiğince. Vefayı, samimiyeti, emeği, sadakati, hasreti, sevgiyi, saygıyı, kadını, erkeği, aşkı ve zamana kurban edip elimizden kaçırdıklarımızı...
Zaman! Ömür törpüsü niyetine elimizde tuttuğumuz ve yeni doğan her günümüze hırsla sürtüp erittiğimiz sonrada toz misali haybeye kainata savurduğumuz kavram!
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’daki 5.Haremi Şerif olarak kabul gören ve yapımına ne zaman başlandığı tam olarak bilinmeyen tarihi Ulu Cami’nin avlusundaki Güneş saatine takıldı gözlerim. Halbuki defalarca bakmıştım, yanından geçmiştim fakat dikkatlice görmemiştim zihnime araladıklarını.
Evet o an bir kapı açıldı gözlerimde ve tarihi boyunca bu avludan gelip geçen, bir şeylere yetişmek için koşturan insanları izledim. Bakarken görmeyi ve zamanı durdurup o anın kainata yaydıklarını koklamayı seviyorum... İnsanoğlunun kendi elleriyle yarattığı ‘zaman canavarını’ yakalamaya çalışırken kendini nasıl heba ettiğini, neleri ve kimleri kaçırdığını düşündüm. Halbuki ne zaman insanoğlunu umursuyor ne de insanoğlu bir şeyleri yakalıyor! Sadece zamanı bahane edip hırslarımıza kurban ettiğimiz ‘bizden’ yitip gidenler var elimizde biliyor musunuz? Ömrümüz, hayallerimiz, kendimize dair yapmak isteyip de ertelediklerimiz, sağlığımız, huzurumuz, sohbetlerimiz, tinsel dokunuşlarımız, sevdiklerimiz, sevebileceklerimiz...
Bazen kenara çekilip hayatı izleyin. Ya da eski fotoğraflarınıza bakıp zamanın sizden götürdüklerini kıyaslayın. Yüreğinizi yoklamayı da sakın unutmayın. Orada kimler var, kimler gelmiş, neden gitmiş, neler bırakmış, neler götürmüş, neler yok olmuş... Sonra hırslarınızla elde ettiklerinizi koyun masanın üzerine ve bir bakın değmiş mi?
Dedik ya; zamanı yakalamaya çalışırken kendinizi heba etmeyin çünkü kimseler baş edememiş ne zamanla ne de hırslarıyla.
O halde; kendimize, vicdanımıza, insanlığımıza ve sen diyebildiklerimize sımsıkı sarılmak düşüyor bize...