Gülümsemiyoruz gülümseyemiyoruz artık. Bizi engelleyen nedir? Eskiden bir araya geldiğimizde eğlendiğimiz dostlar arkadaşlar da yok artık. İnsanların etrafındaki dostluklar da dağıldı.

Ben bunu belirli yaşa özgü bir şey sanırdım ama insanların hemen hemen hepsi bu şekilde. Bir bakıyorsun dün canciğer kuzu sarması olan dostlukların arası açılmış. Bireysellik ben olma kendini gösterme ve bencillik arkadaşlıkları da yıkıyor. Tam bir iç içelik yok sadece temas ettiğimiz konuşmalar var artık. Şöyle bir dokunup geçilen ve derinlemesine konuşmaktan çekinilen ve paylaşmanın artık mümkün olmadığı bir durum söz konusu. Kendi içimde yaşayayım aman başım ağrımasın diyoruz. Zaten büyük şehirde buluşmak, bir yere gitmek bunlar yapılabilse bile yüzeysel kalıyor. Sadece sosyalleşmek için başlayıp sonunda biten arkadaşlıklar arttı. Bir burukluk var her şeyde; sentetikleşme, sıradanlaşma. Toplum sürekli yarın bir sonraki gün bir sonrasına odaklanmış durumda. Anne, babalar bencilleşmiş elindeki parayı ben ölünce paylaşırsınız diyor. Kardeşler kendi egosunu göstermek için diğer kardeşlere saldırıyor. Herkes bir sonraki adıma odaklı, kimse şu an ben ne yapıyorum diye kendini sorgulamıyor. Sürekli değiştir, bir sonraki adıma geç hep bir sonraki bir sonraki.. Tıkandık kaldık. Aslında bu kadar da zor değil zor olmamalı. Benden öteye sana geçebilsek. Senin derdin ne nasıl yardımcı olabiliriz diyebilsek ve bunu da ilk önce aileden başlatsak sorun filan kalmaz. İnsan ila önce ben diye tutturursa bir türlü aşama kaydedemiyor ve toplum da bu yara ile daha çok yaralanıp neşesiz bir toplum haline geliyor. Çözümü yazının içinde saklı.

Miraç, Kudüs ve Filistin

Bazı coğrafyalar vardır toprakları çile ile yoğrulmuştur, kan ile sulanmıştır. Havasında suyunda ders dolu hikayeler saklıdır. Burası dünyanın tüm gözlerinin bu topraklara çevrildiği yerlerdir. İnançların yeşerdiği, çöl tozuna bulanmış kerpiç evlerde doğan peygamberler diyarlarından bahsediyorum. Koskoca dinler tarihinin yaşandığı bu topraklarda her hadise bir ayet gibi sürekli tekrarlanıp durur. Kutsal belde Kudüs’te Hazreti Peygamberin Miracı yaşama hadisesi, Allah’ın ayetlerini tekrar ve son kez nebi aracılığı ile aktarma hadisesiydi. Müslümanların ve bana göre tüm insanlığın yüzünü döndüğü o ilk kıblegâh yani tevhidin makam yeri olan Mescidi Aksa’nın topraklarında bugün Kerbela yeniden yaşanıyor.

Hangi zafer hangi Müslüman?

Miraç aslında hepimizin yükselme derecemizdir. Bu dereceye ulaşmak öyle görünürde bir Müslümanlıkla olamıyor. İnsanlığın haliyle dertlenmeyen kimse bu alemin bir parçası olamaz. Alemin parçası olamayan biri de ne insandır ne Müslüman. İnsanlığın derdiyle, acısıyla hemhal olmak gaflet örtüsünden soyunmakla olur. Bunun için de sürekli tefekkür ve dünyayı birer ayet gibi okuma gayretiyle olacak bir meseledir. İnsanın derecesinin yükselmesi de işte bu kozmozda edindiği yerle ilgilidir. Dünyada zafer sadece inananlar içindir. Ama bu boş bir vaat değildir. Biz içini dolduramıyoruz. Zafer bir isimden öte insanın iç yolculuğunu dışarıya dahil ederek insanlıkla dertlenmesidir. Zafer Allah’ın nurunu tamamladığı her an gerçekleşiyor. Allah’ın vaadleri mutlaktır. Ancak insan da bu vaadlere yaklaşma çabasını sonuna kadar göstermelidir. Allah insanlardan zaferine dahil olmasını beklemektedir.

Acılar yol gösterir

Söylemesi yazması kolay da gel bakalım yaşa dense ne yaparım bilemem? Acı var acı var. Yaşadığını acı zannedenler daha büyük acılarla imtihan olabilir. O yüzden acı ile yoğrulmak gibi başlıklar atarken de elim ayağım titriyor. Büyük yazıp üstesinden gelememek de var. Ancak şunu biliyoruz ki hiçbir değerli şey öyle bir anda oluşmuyor, gökten zembille inmiyor. Bir bünyede acı varsa oradan değer ortaya çıkar. O yüzden acılar, dertler, sıkıntılar bizi elmasa çevirmek için vardır. Ya da bazen başkalarının acısı kendi içimize dönüp bakmaya cesaret ettirir. Ya da bazen acılar aradığımızı bulmamıza vesile olur. Hiçbir şey sebepsiz olmaz. Birileri o acıları yaşarken başkalarının dünyasını değiştirir tıpkı bugün Filistin’de yaşananlarda olduğu gibi.

İnsan kendini bulsun

Tıpkı Peygamber efendimizin en hüzünlü günlerini yaşadığı bir devrede Allah’u Teala tarafından miraca yükseltilmesi gibi biz de bu acı, keder ve hüzün ile yoğrulduğumuz ve çoğu zaman da sadece izlemek zorunda kaldığımız bu acı ve zulümlere eşlik ediyoruz. Bu eşliğimiz derece derece yükselmemize vesile olsun umuduyla sadece Filistin’de değil ama Filistin’in yani siyonizmin Filistin topraklarına çökmesinin ve kadim halkın canına kastetmesine razı olmayışımızı göstermek ve kendi vücudumuza da bunu hissettirerek insanlığımızı yükseltmeye çabalıyoruz. Bu vesile ile bizler ne Kudüs’ten vazgeçeriz ne miraca şehadet ettiğimizi inkâr ederiz ne de kutsal topraklarımıza namahrem eli değmesine göz yumarız. O halde ruhumuza yani düşündüklerimize dikkat edelim. O halde bedenimize mahremimize doğal olmayan hiçbir şeyi sokmayalım. O zaman kutsalımıza sahip çıkalım, değerlerimizi yüceltelim ve öyle yaşayalım ki insanlığını arayan tüm canlara ilham olup yükselişlerine vesile olalım vesselam.

insan yüzü, siyah beyaz, kişi, şahıs, giyim içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Bir gecede büyüdüm

Annesiz ve babasız, evsiz ve yurtsuz kalan yüzlerce çocuktan sadece biriyim. 6 Şubat sabaha karşı olmuş bu afet. Ben o zaman anlamadım. Çünkü bilgisayar oyunlarında gördüğüm bir sahne gibiydi sadece. Rüyamda oyun oynuyor sanıyordum. Sonra beni amcalar çıkardılar betonların, taşların arasından. Bir yatağa yatırdılar. Beyaz önlüklü ablalar vardı başımda uyandığımda. Uzun süre annem ve babam gelmedi yanıma. Ablam da yoktu hiç. O da gelmedi. Meğer sonra anladım ki deprem diye bir doğa olayı varmış. Yer yarılırmış, evler çökermiş. Ama en çok da kötü yapılmış evler çöker ve insanlar ölürmüş. İşte bu kötü yapılan evde oturuyormuşuz biz. Bina çökmüş sadece ben kurtarılabilmişim. Keşke ben de ölseydim diye düşündüm hep. İşte bugün 6 Şubat. Bir sene önce bütün ailem öldü. İşte ben o gece büyüdüm. O kadar çok şey öğrendim o kadar çok insan tanıdım ki bu bir yıl içinde. Bugün hepimiz bütün deprem bölgelerinde kaybettiğimiz yakınlarımız için dualar ettik. Ben de annem, babam ve ablam için kek ve meyve suyu dağıtıp dua istedim insanlardan. Ben bir gecede büyümüşüm. Ne çok şey öğrenmişim bu zaman içinde. Yardım dağıtan abiler, ablalar, sivil toplum kuruluşlarının adlarını ezberledim. İnsan sevdiklerini kaybedince daha çabuk büyüyormuş. İnsanın şımaracak kimsesi olmayınca çok çabuk büyüyormuş. Yaramazlık yapacak bir bahanesi olmayınca büyüyormuş işte. Ben 6 yaşındayım ama sanki liseye gidiyorum. Çocuklar çabuk büyümek ister ya; işte ben bir gecede büyüdüm. Bir gecede adam oldum ben. Bir gecede oyuncakları bıraktım. Oyun oynamayı da bıraktım çünkü ben artık büyüdüm.

HÂNENDE

Sanat lisanlarından biri olan Farsça dilinde “okur, okuyucu,okuyan” anlamı taşıyan “Hanende” kelimesi, Türk Mûsıkîsi tarihinde bir dönüm noktası olan İslâmiyet’in kabulüyle kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’in insana bilmediğini öğretenin adıyla “Oku! Yaradan’ın adıyla oku, (…) ” emriyle birlikte nice hanende ve hafızlar sünnet olduğu üzere birbirinden güzel sadalarıyla, kıraat, tecvid ilminin kaidelerine göre varlığın ve birliğin kalbinden kaleme dökülen kelimelerle okumaya başladılar. Bilâl-i Habeşî Hz.’lerinin sesindeki billurluğa biraz olsun yaklaşabilme kabiliyetini sünnet farz edinen müezzinler,günde beş vakit bir minareden bin kalbe doğru binbir nağmeyle yola çıkan bir ahenkle, Hoca Ahmet Yesevî Hz.’lerinden Horasan Erenleri’nin dervişlerine, mürşidi Taptuk Emre Hz.’leri ile meşk eden Yunus Emre Hz.’lerinden, Selçuklu Dönemi’nin def çalan kadın gûyendelerin, hanendelerin yakıcı sesinden işittiği ezgilerle vecde gelerek sema dönen Hz. Mevlânâ’ya, Bektaşî nefeslerinde fukaralarının dilinden düşmeyen Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Hz.’lerine, Anadolu Erenleri’ne değin mübârek bir ses ve nefes bahşedilmiş nice hanendeler, muganniler, muganniyeler dilden dile, gönülden gönüle mekânları ve zamanları aşarcasına, asırların ezgilerine meydan okurcasına okudular, okudular.

Türk Mûsıkîsi’nin kadim ve köklü adabına göre, mûsıki eserlerini hıfz etmek suretiyle öğrenen ve olağanüstü bir yetenekle hafızalarında binlerce eseri saklayan usta hanendelerin acemi hanendelere meşk usulüyle aktardıkları mûsıkî mirasının eser hafızası ve okuma tavrı, Fatih Sultan Mehmed devrinde İstanbul’u sanat merkezi hâline getirme isteğiyle davet ettiği mûsıkî sanatkârlarının göçüyle bestekârların farklı eser içerikleri, biçimleri ve bölümleri üretmesine, hanendeler ise farklı stildeki okuma tavırlarıyla mûsıkî sanatını da zamanla harmanlanmaya bir kültür mozaiği bütünleşmesi oluşturmaya başlamıştı.

15.yüzyılda Herat Sarayı’nda bulunan ve Osmanlı Padişahı Sultan 2.Murad’a “Nağmelerin Maksadı” adlı bir mûsıkî eseri ithaf eden, hanende, udî, hafız, bestekâr, müzik âlimi olan Hoca Abdülkâdir Meragî’den, o dönemde Osmanlı topraklarında ve sarayında, İstanbul’da yaşayan oğlu Abdülaziz’e, Kanunî Sultan Süleyman’ın mûsıkî meclislerinde görev alan, ud sazendesi olan diğer oğlu Derviş Mahmud ile birlikte dönemin mûsıkî sazende ve hanendelerine aktarılarak hem “Acem tarzı” bir besteleme tekniğine, hem de yüzyıllarca muhafaza edilen bu öğreti 17.yüzyıl’ın meşhur mûsıkî âlimi ve Şeyhülislâm Esad Efendi’nin devrin hanende ve sazendelerini anlattığı eserinde üstad olarak andığı Hanende Çemenzâde Mehmed Çelebi’nin, Seyyid Nuh’un, Şehlâ Mustafa Çelebi’nin, dönemin ünlü mûsıkî âlimi Kantemiroğlu’nun hocalarının hocası olan ve Hâce-i Acem’in ilmi hakkında ders almaya talip Kasımpaşalı Koca Osman’ın, Sultan 4. Murad döneminde saraya hanende olarak gelen, Acem üstadlardan şarkı ilmini tahsil eden Hanende Murad Ağa’nın, Antepli Hanende Mehmet Bey’in, Diyarbakırlı Mahmut Çelebi’nin okuma tavrına sirayet ederek ”Acem Tavrı” bir üsluba isim verebilmişti. Arap, Hint, Acem tavırları gibi farklı gırtlak nağmeleri içeren okuma tavırları hanendeler arasında beğenilmeye başlanmış, mûsıkî meclislerinde mutrıbân heyetinde görev alan fasıl hanendelerinin güfte mecmualarında bu tavrı taşıyan bestekârların eserleri de yer almaya başlamış, 17.yüzyılda hanendenin herhangi bir makamda yapılacak olan fasılda sazendelerin icra ettiği taksim, peşrevler sonrasında murabba, ilahî, türkü, şarkı, semaî, tekerleme, raksiyye gibi eser türleri bir arada okunmaya ve kayda alınmıştı ki bu dönemde hanendelikte ün salan Recep Çelebi, geçen gün idrak ettiğimiz Mirac Kandili’nde ve tüm İslâm coğrafyasında seslendirilen Salât-ı Ümmiye eserinin bestekârı olan Hanende Buhurîzâde Mustafa Çelebi nâm-ı diğer Itrî Efendi sarayın birbirinden yetenekli mûsıkîşinas cariyeleriyle meşk etmek için görevlendirilmişti

.17.yüzyılın sonu 18.yüzyılın başlarında muhteşem fasılların hanendesi Küçük Müezzin lakablı İstanbul’lu Mehmed Çelebi, Hanende Hacı Mustafa, Hanende Kadızâde Mustafa, Hanende Mustafa Çavuş’un, Sultan 3.Ahmed’in oğullarının sünnet şenliğinde hanendebaşı olarak görev alıp, idaresinde olan 80-100 hanendeyle eserler seslendiren, dönem minyatürlerinde ve zikr halkalarında, küme fasıllarda görülen Halvetî, Enfî, Burnaz Hasan Çelebi/Ağa’nın ismi kulaktan kulağa duyulmaya başlanmıştı.

Ve yüzyıllar sonra bugün, bu yazıyı okuduğunuzda bir eser kulağınızın kapısını çalarsa Hafız Zekaî Dede’nin bestesinden, başka bir yüzyılın, dünyanın, tavrın insanı hissi veren rahmetli Hafız, Hanende Kânî Karaca’nın nefesinden, bir dua geçiriverin nice gelmiş, geçmiş hanendelerin ruhuna içinizden. “Hey, hey diye ettikçe hanendeler ettikçe terâne, Bir vecd-ü safâ hissi gelir ehl-i dilâne”.

Artı

İlçe kütüphaneleri

İstanbul’da bilhassa ilçe kütüphaneleri artık yaşam alanlarımızın birer parçası oldu. Özellikle lise ve üniversitesine sınavlarına hazırlanan öğrenciler kütüphanede çalışmayı tercih ediyorlar. Çünkü herkes aynı anda sadece ders çalıştığı için birliktelikten kaynaklanan kollektif enerji olumlu etkiliyor. Evde insanın dikkatini daha fazla dağıtan unsur oluyor. Belirli saatlerde dağıtılan çorba ve yanına eşlik eden ekmek sonra ikram edilen çay gayet motive edici yan unsurlar. Sadece öğrenciler mi? Öğretmenler, akademisyenler ve biz gazeteciler için de çalışmak için harika ortamlar kütüphaneler. Üstelik elimizin altında da kitaplar hazır kaynak olarak duruyor. İlçe kütüphanelerinin çoğalması dileğiyle.

Eksi

Gürültüyü engellemek

Kütüphane, okul, hastane gibi yerlerden geçerken arabadan bangır bangır bağıran müzik sesi çok rahatsız edici oluyor. Zaten yapılan davranış çirkin de ama nasıl önleyebiliriz diye düşünürsek aklıma bir fikir geliyor. Ama her şeyi şehirde işte bu şekilde polis zoruyla yapmak zorunda kalmak düşündürücü. Ama yine de anlamayana ancak uyarı levhaları caydırıcı olabilir belki. Dediğimiz gibi kütüphane ve benzeri yerlerin bulunduğu cadde ve sokakların başlarına birer uyarıcı levha ile gürültünün ve hız yapmanın yasak olduğunu gösteren bir caydırıcı unsur ile belki çözülebilir diye iyi niyetle düşünüyorum. Oysa gürültü yapmamak bir kültür, tavır, edep işidir ama işte kalabalıklaştıkça insanlar saygısızlık hakları varmış gibi algılıyorlar. Ne yazık ki!

Ayıp mı?

Son günlerde tartışma konusu da oldu. Lokantalarda bitiremediğimiz yemekleri paket yaptırmak ayıp olur mu diye. En baştan bu zamanda mümkün olduğunca evde yemek yapıp ailecek yemenin daha değerli olduğunu söylemek isterim ama bazen insan yorgun oluyor yemek yetişmemiş veya değişik bir şey yemek için dışarıda yemek isteyebiliyor. Pandemiden hemen sonra dışarıya çıkmayı özlediğimiz için lokantalarda yemek yemeyi özlemiştik. Ancak şu aralar her şeyin çok pahalı olduğu şu dönemde evde yemek yapıp ailecek birlikte yemek de bir başka keyifli. Peki yine de lokantaya gidildi ve verilen siparişlerin hepsi bitmedi. Özellikle çocuklar bitiremeyebiliyor. Ben bunu çocuklar küçükken bildiğimden genellikle kendime çok az sipariş ederdim. Kızım genelde bitiremez ve geri kalanını ben yerdim. Konuya gelirsek ne kadar lüks restoran da olsa artanları paket yaptırmak ayıp değil. Esas ayıp olan tabakta artık yemek bırakmaktır. Bir öğün olarak aldığın ve parasını ödediğin yemeği götürmek için bence işletmeler bu konuda teşvik edici olmalı ve ön hazırlıkları dahi olmalıdır. Çünkü israf en büyük ekonomik kriz sebebidir.

İhtiyaçlar hiyerarşisi

Meşhur Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramitinin en alttaki yaygın ve geniş tabana WiFi ihtiyaç olarak konulmuş. Nesiller değiştikçe ki artık 2. Dünya savaşı nesli tükeniyor ve 68 kuşağı da yaşlılık dönemine girdiğini düşünürsek WİFİ artık yemek içmek kadar önemli olacak. Ama neden? Marshal McLuhan’ın tezinden yola çıkarsak artık cep telefonu ve internet bedenimizin bir uzvu oldu. Araç mesajdır derken bunu demişti McLuhan. Cep telefonu ve internette kalma süreleri de bir süre sonra revize edilecek, göreceğiz. Şu anda belirli sürelerde internette kalma süresi bağımlılık içerisinde değerlendiriliyor. Ama beş seneye kalmaz bağımlılık haline normal denilecek. Her şey bir şekilde evriliyor. İnsanlar mağara devrinden beri farklı evrimlerden aşamalardan geçtiler ve geçmeye de devam edecekler.