Bir kış günü yine yollardayız. Eskiden saatlerce, günlerce süren bol kıvrımlı yollar kısalmış. Geniş asfaltları, kocaman köprüleri, viyadükleri, dağları delen tünelleri geçiyoruz. Bize ait ruhumuzun coşkusuyla bize ait devletin vatan topraklarında yol almanın huzurunu yaşıyoruz. Mesafeleri katetme hızına inat yolculuğun tetiklediği anlam arayışı zihnimize akın ediyor.
Yaşamak bir yolculuktan öteye değil. Nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi, ne kadar nefes alacağımızı bilemediğimiz bir yolculuk. Bütün mesele öz varlığımızdan, ruhumuzdan uzaklaşmadan menzile erişmek. Ve sormaya devam etmek. Neydik? Ne olduk? Ruhumuz nereye ait? Hamlığımız pişmenin neresinde?...
İstanbul’dan
Bursa’ya yol alırken tabiatın bütün güzellikleri adeta gözlerimize hücum
ediyor. Mesafeler kısalsa ve yol değişse de toprak aynı. İnsanın hamuru geniş
topraklar, yeşilin tonlarını sergileyen irili ufaklı ağaçlar, usulca akıp giden
dereler ve bütün heybetiyle dimdik duran dağlar… Hepsi yerli yerinde, görevlerinin
başında.
Tabiat her
dem taze, her an uyanık ve ilahi devridaiminden ödün vermiyor. Arılar bal
yapmaya, kuşlar ötmeye, balıklar yüzmeye, aslanlar kükremeye, kurtlar ulumaya,
tilkiler oyun kurmaya devam ediyor. Her canlı ve cansız, genetik kodlarını
yaşamaya ve kendisi olmaya devam ediyor.
İNSANLIK
KALESİNİN TAŞLARI
Yolda
düşündüm. Kâinatta her şey kendi olma derdinde. Peki, âlemin efendisi insan,
kendisi olmanın neresinde acaba? İnsanların robotlara, robotların insana
dönüştürülmeye çalışıldığı, dijital bağımlılığın tabiata bağımlılığı
unutturduğu bir zamanda biz hangi taraftayız? Usulca akıp giden derenin suyuna
dokunmanın, dallarından koparak rüzgarla dans eden yaprakları görmenin,
dondurucu soğuğa rağmen baş veren kar çiçeğini hissetmenin neresindeyiz?
Hayat yolundaki
hızımız artıkça tabiattan ve insan olmaktan da uzaklaşıyoruz aslında. Dünyadaki
maddi varlık alanına daldıkça insani derinlikten ödün veriyoruz. Ve maalesef
insanlık kalemizin taşları birer birer düşüyor. Benimiz, bedenimiz şişerken
duygularımız ve ruhumuz daralıyor. Çocuk yaşlara kadar inen şiddet, vahşice
işlenen cinayetler, terör olayları, savaşlar, açıktan yürütülen soykırımlar… Bunlar,
yeryüzünde eksilen insanlığın açık delilleri değil midir?
Yemyeşil
Bursa’ya yaklaşırken şehrin mimari dokusu konuşmaya başlıyor bizimle ve ruhumuzu
aydınlatıyor. İnsanlık binamızın bodrum katlarındaki dürtüler, yıkıcı
eğilimler, suçlu düşünceler, üst katlardaki anlam arayışının ruh dinginliğine
dönüşüyor. Ötelere ses veren minarelerin nidaları yanında sayısı azalmış toprak
damlı evlerin de söyleyecekleri var. Gökleri delen binaların arasında kim bilir
kaç asırdır ayakta duran türbeler göz kırpıyor. Ve ay ile yıldızı bir araya
getiren o kocaman bayrağın nazlı dalgalanışını görmemek mümkün mü? Devlet
olmanın bu yüce alameti karşısında gözlerin dolmaması mümkün mü?
Memleket
sokaklarında kimseye hesap vermeden özgürce dolaşırken, şehrin taşıdığı
kültürümüzü yaşarken bu hakkı elinden alınmış dünya insanlarını düşünüyoruz. Bayraklarının
dalgalanmasına hasret, vatanlarından sürülmüş insanlar. Öz topraklarında akan suya,
semalarında uçan kuşların sesine hasret insanlar. Kendileri olmaya izin
verilmemiş toplumlar. Barbarca yıkılmış şehirlerini ve kendilerini yeniden inşa
etmenin umuduyla çabalayan insanlar.
KENDİMİZ OLMA
YOLUNDA
İnsanın
elinden her şeyi alınabilir. Ama iki şeyin yokluğu çok yıkıcıdır. Biri ruhumuz
diğeri devletimiz. Ruh; düşünce, duygu ve davranışımızla insani bütünlüğümüzü,
devlet ise kültürü, geleneği ve inanç değerleri ile toplumun bütünlüğünü,
millet olma bilincini temsil eder. Ruh insanı, devlet toplumu ayakta tutar. Ruh
içerideki, devlet dışarıdaki özgürlüğümüzün teminatıdır. Ve sosyal bir varlık
olan insan, ait olmak ister, ait oldukça güven içinde hisseder. Bir hocamızın
söylediği gibi; “Ruhlar da kendine yurt arar.”
Günümüz medeni
dünyasında maalesef insanı insan kılan ruh değerleri, toplumun yapı taşı olan
aileler ve nihayet bağımsız yaşamayı sağlayan devletler işgal altında.
Şehri
dolaşırken yerin altındaki ve üstündeki zenginliklerimize ilişkin
farkındalığımızı sorguladım. Binlerce yıllık kültür birikiminin mirasçıları olarak
bunu ne kadar taşıdığımızı ve temsil ettiğimizi düşündüm. Bedenimizin doğduğu, ruhumuzun geliştiği,
kişiliğimizin olgunlaştığı, ekmeği ve suyuyla yetiştiğimiz güzel ülkemizin
hazinelerini yeterince anlamamız, anlatmamız, bugün her zamankinden daha
önemlidir.
Dünyada çok
yönlü sorunların yaşandığı bu zamanda toplum olarak elbette etkileniyoruz. Yol
almamız gereken konular var. Ancak şartlar ne olursa olsun onurundan ödün
vermeyen ruh derinliğimize ve devlet geleneğimize daha fazla sahip çıkmamız
gereken bir zamandayız.
Zira
devletimiz her şeye rağmen kendi olma yolunda ilerliyor, gelişiyor. Bilimsel
bakışın gerektirdiği eleştirel düşünceyi koruyalım. Hangi yönde olursa olsun koyu
taraftarlığı her şeyin ölçüsü olmaktan çıkaralım. Tartışma kabul etmeyen
ideolojik dürtülerimizle ruhumuzun sağduyusundan uzaklaşmayalım. Ve büyük bir
mücadelenin eseri olan bu devleti ruh düzeyinde bir aidiyetle sevelim ve sahip
çıkalım.