Sosyal Devlet'in en önemli iktisadi katkıları emek piyasasında olmuştur.

Gündem çok karıştı yine… Suriye’deki şehitlerimiz, Elazığ depremi, Bahçesaray çığ felaketi, Sabiha Gökçen’deki uçak kazası, Kıbrıs’ta kendini bilmez bir meczubun boş lakırdıları… Sanki 2020 felaketli bir şekilde başladı… Ama bunlara başka bir yazıda değinelim… Bütün bu olaylarda kaybettiğimiz kardeşlerimiz ve şehitlerimizin ruhuna bir Fatiha yollayalım…

Pazartesi günkü yazımda dayanışmacılık ve sosyal devlet konusunu anlatmıştım. Kapitalizm öncesi geleneksel toplumlarda insanların hayatın yıkıcılığına karşı bir güvence olarak sığındıkları aile bağları, bir aşama sonra aşiret ve cemaat bağları, bu topluluklardaki sosyal örgütlenmeyi ve siyasi yapıyı da belirlemekteydi. Özünde tarımsal üretime dayalı geleneksel toplumda, insanların çoğu kasaba ve köylerde yaşamaktaydı. Üretim çoğunlukla geçimlik üretim şeklindeydi, bu da bir milli ekonominin oluşmasını engelleyecek kadar yerel ekonomileri birbirinden ayırmaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte nüfus şehirlerde arttı, iş bölümü ve uzmanlaşma ile birlikte geçimlik üretim değil pazar için üretim ilkesi işlemeye başladı, aileler küçüldü, aşiret ve cemaat bağları koptu. Bununla birlikte sanayi kapitalizmi kendisinden önceki geleneksel topluma göre çok daha acımasız, çok daha güvencesiz bir toplum oluşturmuştu; özellikle çalışan emekçi sınıflar için. Bu durumda şehirlerden oluşan ve sanayileşmiş milli ekonomilerde güvenceyi sağlayacak, insanları hayatın yıkıcılığından koruyacak bir kurum olarak Sosyal Devlet ilkesi gelişti. Artık kimse başkalarından iane beklemek zorunda kalmayacaktı. Çünkü Sosyal Devlet her vatandaşının iş güvencesini, temel sağlık, barınma ve eğitim ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Burada önemli olan nokta, insanların cemaatler ve aşiretler gibi resmiyeti olmayan, tüzel bir kişiliği bulunmayan, faaliyetleri kapalı kapılar ardında kotarılan yapılara güvence ve dayanışma karşılığında teslim olmasının önüne geçilmesiydi. Sosyal Devlet’le birlikte iş güvencesi, temel eğitim ve sağlık hizmetleri bir ayrıcalık olmaktan çıkıp her vatandaşın temel hakkı olarak görülmeye başlanmıştı.

Sosyal Devlet’in en önemli iktisadi katkıları emek piyasasında olmuştur. Kapitalizmle birlikte, artık diğer mallar gibi emek de, bir meta haline gelmişti. Bu ise ücretin, yani emeğin fiyatının, piyasada belirlenmesi anlamına geliyordu. Yalnız şöyle bir sıkıntı baş göstermişti: Sanayi ekonomisi geliştikçe, birçok liberal iktisatçının beklentisinin tersine rekabetçi piyasaların oluşması ve yaygınlaşması şöyle dursun, rekabetçi piyasalar bile eksik rekabete dönmeye, büyük sanayi sektörlerinde tekel ve oligopoller hâkim olmaya başlamıştı. Bu ise iki kesime çok olumsuz yansıdı: Sanayiye hammadde satan tarım sektöründe ürün fiyatları ve emek piyasasında ücretler düşmeye başladı. Çünkü sanayide üretici olan firmalar tekel gücüne sahip oldukça, aynı zamanda hammadde ve emek piyasalarında da monopson gücüne kavuşmaktaydı. Ücretler ve tarımsal ürün fiyatları sadece fiyat değildir, ama aynı zamanda milyonlarca işçi ve çiftçinin gelirini de teşkil eder. Sanayi üretimi emeksiz, bir milletin karnını doyurması da tarımsız olmaz. Tarım ve emek kesimlerinde düşük satın alma gücü sanayi sektörünün bir aşama sonra satışlarında da düşüşe yol açmaktaydı. Bu ise kapitalist sistemin geleceğini tehlikeye sokan bir gelişmeydi. Sosyal Devlet burada devreye girdi: tarımda ürün taban fiyatları ve emek piyasasında asgari ücret uygulaması. Bu da yetmezdi. Emek piyasasında sendikal haklar korundu ve teminat altına alındı. Emekçilerin amele piyasasında emeklerini “ölmüş eşek fiyatına” satmalarının önüne geçilmesi için toplu sözleşmeler ve iş güvencesine yönelik kanunlar çıkarıldı. Devlet, aynı zamanda, temel eğitim ve sağlık hizmetlerini de kendi tekeline alıyordu. Böylece, güvenli ve huzurlu bir ortamda çalışan işçiden daha çok verim elde edilecek, artan satın alma gücüyle de sanayi ürünlerinin satışı sekteye uğramayacaktı.

Hikâye çok güzeldi… Sanki Yeşilçam filmlerindeki mutlu sonla bitmiş gibi gözüküyordu… Ama unutulan bir şey vardı: Kapitalizmin doğası ve yüksek kamu borcu…

Kapitalizmin doğasının neden işsizlik yaratmaya müsait olduğu, şu anki işsizlik probleminin kalıcılaşmasında küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların katkısını bir sonraki yazıya bırakalım. Önce Türkiye gündeminin sıcak konusu olan işsizlik oranlarına değineyim…

TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERDE KALICILAŞAN İŞSİZLİK SORUNU

En son açıklanan işsizlik rakamlarına göre Türkiye’de Kasım 2019 itibarı ile işsizlik oranı yüzde 13,6’dır. Genç işsizlik oranı ise yüzde 25’e yaklaşmıştır. 20’nci yüzyılın başından itibaren kapitalist sistem için en dehşetli tehdit “işsizlik sorunudur.” Bu açıklanan işsizlik rakamları ise hepimize kâbus gördürecek düzeydedir. Hükümet de, 2019 yılı ortalarından beri, enflasyonla mücadeleyi gevşeterek işsizliği önleyecek bir takım tedbirler almaya çalışmaktadır. İyimser bir bakış açısıyla bakan iktisatçılar 2020 yılında işsizlik oranının yüzde 12’lere kadar gerileyeceğini söylemektedirler. Bu bile ürkütücüdür. Çünkü genel kabule göre, normal bir ekonomide, doğal işsizlik oranı yüzde 3 ilâ yüzde 5 arasında dalgalanır. Türkiye’de doğal işsizlik oranı ise, son 20 yılda yapılan tetkiklerde, yüzde 8 ilâ yüzde 12 arasında değişmektedir. Benim analizlerime göre ise, şu anda doğal işsizlik oranımız yüzde 11-12 arasındadır. Bu şu anlama gelir: İşsizlik yüzde 11’in altına inerse enflasyon hızla artmaya başlar. Türkiye gibi bir ekonomide bunu döviz kurlarının yukarı fırlaması takip eder.

Bir soru şudur: Doğal işsizlik oranımız neden bu kadar yüksektir? Diyelim ki normal şartlarda doğal işsizlik oranımız yüzde 5 olsun. Yüzde 11 – yüzde 5 = yüzde 6’lık bir fazlalık nereden kaynaklanmaktadır? Cevap yapısal işsizliktir. Bu bir kapitalist ekonominin, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, sosyal ve iktisadi yapı aksaklıklarından kaynaklanan bir problemdir.

YAPISAL İŞSİZLİĞİ NE BELİRLER?

Yapısal işsizliğin temel sebepleri arasında şunlar bulunur:

Ülke içinde bölgeler arası gelişmişlik farkları, hizmetler ve inşaat sektörleri gibi üretken olmayan sektörlerin orantısız büyümesi, yurt dışından kitlesel halde gelen niteliksiz işgücü (bizim ekonomimizde kayıt dışı çalışan Arap ve Orta Asya ülkelerinden gelen mülteciler benzeri), küresel egemenlerin dayattığı neo liberal politikalar ve sosyal devletin tasfiyesi… Burada ilk önce üretken olmayan sektörlerin orantısız büyümesinde bahsedeyim…

HİZMETLER SEKTÖRÜNDEKİ HORMONLU BÜYÜME VE KÜRESELLEŞMENİN ETKİSİ

Sanayi üretiminde emek ve sermaye kullanımı birbirini tamamlar, birbirinin yerine ikame edilmez. Dolayısıyla, yeni insanlara iş yaratmak için ve iş gücüne yeni katılan gençleri istihdam etmek için yeni üretim tesislerinin hayata geçmesi gerekir. Türkiye gibi gelişmiş ülkelere çok yakın düzeydeki gelişmekte olan ülkelerde ve bütün gelişmiş ülkelerde üretimin sektörel dağılımına göz attığımızda, istihdamın büyük kısmının hizmetler sektöründe olduğunu görmekteyiz. Hizmetler sektörü, AVM’leri, finans ve bankacılık sektörünü, sağlık ve eğitim sektörünü ve turizm ve eğlence sektörünü içerir. Ancak burada önemli nokta, üretken sektörler olarak tanımlanan tarım ve sanayi üretimi olmazsa bu sektörlerin bir anlamının olmadığıdır. Yani hizmetler sektörü tarım ve sanayi üretiminde elde edilen artı değer üzerine işler. Gelişmiş ülkelerin sanayi üretimi sadece kendi ülkelerinde değil dünyanın başka ülkelerinde de devam etmektedir. Dolayısıyla gelişmiş ülkeler dünyada üretilen artı değerin önemli bir kısmını ülke içine aktarmakta, böylece kendi hizmetler sektörlerini ve dolayısıyla kendi emekçilerinin istihdamını finanse edebilmektedirler. Öte yandan bizim gibi ülkelerde, sanayi üretimi çoğunlukla yabancı patent ve ortaklarla yapılmakta, bu ise elde edilen artı değerin büyük oranda dışarıya kaçmasına yol açmaktadır. Tarım sektörü ise sürekli kan kaybetmektedir. Bununla birlikte, bizim gibi ülkelerde hizmetler sektörü tıpkı gelişmiş ülkeler gibi çok büyük istihdam yaratmaktadır. Ancak arkasında bu istihdamı besleyen yeterli sanayi ve tarım üretimi olmadığı durumda, hizmetler sektöründeki bu büyüme nasıl finanse edilmektedir? Cevap basittir: İthalat, cari açık ve dış borç.

Bu bahsettiğimiz problem Baba ve Yavru Bush’un politikalarıyla, IMF reçeteleriyle çözülmez. Ciddi planlamaya ve Sosyal Devletin ihyasına ihtiyaç vardır.

Hayırlı Cumalar…