Sabah günün ilk ışıklarıyla kendimizi dışarı attık, Pazar sabahı için yapılacak en mantıklı hareket bu. Özellikle İstanbul'daysanız. Dört kişilik küçük çetemizin hedefinde Cihangir vardı ilk olarak.
İstanbul’un en güzel teraslarından biri olan Cihangir Camii’nin bahçesine uzun zamandır gitmeye niyetliydik. Erken saatlerde mahalle sakinleri uyurken bahçeye girdik ve enfes Boğaz manzarasıyla gözlerimizi doyurduk. Vapurlar çalışmaya başlamıştı. Trafik gürültüsü yerine kuşların sesleri vardı. Cihangir’in eski evlerinin bahçelerinden sarkan ağaçların çiçek açtığını gördük. Gün güzelleşmeye devam ediyordu. Büyükşehir Belediyesi’nin Cihangir Cihannümasına gidelim dedik. Neredeyse yeni açılmıştı ve istediğimiz gibi bir yere oturabilecektik. O da nesi? Açık büfe çılgınlığı buraya da uğramıştı ve biz aile olarak açık büfe veya serpme kahvaltı mecburiyeti olan yerlerden koşarak uzaklaşıyorduk. Öyle de yaptık. Hem zaman hem de para kaybı olarak görüyoruz çünkü tıka basa yemenin faziletine inanmıyoruz artık.
Sahilden süzülerek Arnavutköy’e gittik. Neyse ki buradaki belediye tesisi henüz açık büfe ile sabitlenen bir menüye geçmemiş. İnsani ölçüler içinde hafif ve nefis kahvaltının ardından hedef Emirgan. Sakıp Sabancı Müzesi’nin bahçesinde birer kahve içmeye niyetliyiz. Hepsi bu. Mutfak Sanatları Akademisi’nin işlettiği kafeteryayı seviyoruz. Herkes müzeye gitmişken kafeteryaya uğrar bizde tam tersi. Kahve içmeye gitmişken sergilere de bakalım diyoruz. Aynı sonuca farklı yollardan gitmek ayıp değil ya?
Önce Aşiyan’a uğruyoruz. Tevfik Fikret’in evine değil, oraya daha önce gitmiştik, mezarlığa. Girişte son büyük şairlerden Yahya Kemal ve Huzur’un Tanpınar’ını görüyoruz. İkisi de ebedi istirahatlerine bu güzel manzaralı mezarlıkta devam ediyorlar. Az ileride Medine Müdafii Fahrettin Paşa’nın kabrini de ziyaret ediyoruz. Herkesin hayata imza atma biçimi farklı. Üçü de destan gibi eserler bırakmış. Hatırlamak ne güzel, unutmamak ne iyi. Tanpınar’ın mezar taşı tasarımını Yahya Kemal’inkine göre daha sade ve zarif buluyorum. Bilmiyorum bunun çok önemi var mı?
Emirgan’a ulaşıyoruz ve kahveyi sona bırakıp Rus Avangardı sergisine giriyoruz. Rus modernleşmesi ve Osmanlı modernleşmesi arasındaki etkileşime gidip geliyor aklım. Sanat mı hayatı taklit ediyor yoksa hayat mı sanatın kopyalıyor şaşırıp kalıyorum. Avangard sanat fena değil derken kıymetli Cem Sancar, bir paylaşımımın altına yorum bırakıyor. Halil İbrahim Bey’in Olağanüstü Seyrüseferi. Evet, bu satırları yazmadan önce her yere dijital ayak izi bırakmıştım internet üzerinde. Hoşuma gidiyor ve bundan bir kitap ismi olabileceğini söylüyorum Sancar’a. “Hediyemdir. Hane halkına selam” diyerek mukabele ediyor. Bırakmaya niyetli değilim, kitabın önsözünü de istiyorum diye ısrar ediyorum. “Verdim gitti.” diyor.
Öğle ezanları okunmadan evimize geri dönüyoruz ve şehri sesi ve kalabalığı ile baş başa bırakıyoruz. Seyrüseferimizi olağanüstü kılan rotalarımızın güzelliği diye düşünüyorum. Yani İstanbul, yani sabahın erken saati yani hep birlikte olmak. Ne dersiniz?