19 Ekim, Aliya'nın vefat yıldönümü. Bana ilham veren bu büyük kişiliği sonsuzluğa intikal ettiği günde hatırlamaya çalışırım. Onu insan üstü özelliklerle tanımlayarak yüceltme amacında değilim.
Aksine mağlup bir medeniyetin bir uç karakolunun son muhafızlarından biri olarak imkansızlıkların içindeki imkanlarla doğru şekilde anlamaya çalışırım. Evvela, Bosna Hersek’teki herkes Aliya’nın hayranı değildir. Görüşlerini benimseyenlerin sayısı onu sevenlerin sayısının da altındadır. Bu ne sevilmesine manidir ne de saygı duyulmasına. Aliya, tahrip gücü yüksek retorik üretmek yerine medeniyetimizi işleme gücümüzü artırmaya odaklanmış bir entelektüel-devlet adamı kimliği sergiledi. Zor zamanların adamı oldu. Bağımsızlıktan vazgeçmedi ama barışı tesis etmek için imkanlardan da vazgeçmedi. Bugün Avrupa’nın ortasında bir ada olarak Müslüman kimliği varsa bunda Aliya’nın payı mühimdir. Gerçekçi politikalarla toplumuyla arasındaki makası açmadan ömrünü tamamladı. Bağımsız Bosna-Hersek tüm eksikliklerine karşın geride bıraktığı önemli mirastır. Bir ateşi diri tuttu, bir umudu yükseltti ve hatırlamaktan utanacağımız hiçbir hatıra bırakmadı geriye. Saraybosna için Balkanların Kudüs’ü derler, doğrudur. Üç semavi dinin uzun yıllar barış içinde yaşadığı bir coğrafyaydı. Aliya, ancak İslam hakimiyetinde barışın devam edebileceğini gayet makul şekilde anlatıyordu. Diğer dinlerin varlık hakkına saygı duyan tek din İslam’dı ve İslam bu nedenle barış demekti.
Dün, Nuri Pakdil vefat etti. O da Aliya gibi medeniyetimizin son uç beylerinden biriydi. Kalbinin yarısını Mekke’ye yarısını Medine’ye ayırmış ve üzerine Kudüs’ü bir tül gibi örtmüştü. Neden Kudüs? Anlamı nedir Kudüs’ün. Kudüs İslam’ın ilk kıblesi. Bunu yanında ötekilerle birlikte yaşanan huzur beldesi. Aliya gibi pusulasını Kudüs’e yerleştirdikten sonra dünyaya bakmaya devam etti. İslam’ın varlığı insanlığın barışı demekti. İnsanlığa sonradan eklenen tüm ağırlıklar onu varlığından uzaklaştırıyordu: Antifaşist, antikomünist ve antiemperyalist vurgusuyla bunu açıkça ortaya koyuyordu.
Bu dünyadan birbirlerinden farklı zamanda iki büyük adam geldi ve geçti. Yüreğinde Kudüs’ü taşıyan iki usta yürek menzillerine vardılar. Bize kalan nedir peki? Kudüs’ü yaşatmak, pes etmemek. Kudüs’ü her yerde yaşamamız ve yaşatmamız gerekiyor. Her yüreği Kudüs haline getirerek bulunduğumuz yerleri barış yurdu haline dönüştürme ödevimiz var.
Hayat hepimiz için belirli zamanlardan ibaret. Vakit dolunca ebedi yurda yolculuğumuz başlayacak. Her hayat bir imtihan kağıdı ve nedense içinde Kudüs olanlar daha bir anlamlı geliyor. Bu vesile ile Aliya’yı anlama serüveninde örnek bir hayatı eser olarak bırakan Akif Emre’yi de rahmetle anıyorum.
Bize düşen nedir? Seven sevmeyen herkesin en azından saygı duyacağı bir hayat sürmek. Kolay olmasa da zor da değil. Yüreğimize Kudüs’ü koyarsak yanına almamız gereken her şey kendiliğinden gelebilir. Ya Kudüs giderse yüreğimizden? O zaman Aliya sadece bir devlet adamı ve Nuri Pakdil de sadece bir edebiyatçı olarak solar gider tarihin defterinde. Oysa yaşamamız ve yaşatmamız gerekiyor Kudüs’ü. Evvela yüreğimizde…