Yetmişlerde doğup, seksenlerde çocukluğunu yaşamış ve doksanlarda da büyümeye çalışan bir kuşağa mensubuyum. 1980 darbesini idrak edecek kadar büyük değildim.
Hatta o güne ilişkin tek bir hatıra yok zihnimde. Ama büyümeye çalıştığım zamanlar o günlerin gölgesindeydi. Askerlere laf söylenmezdi. Varsa yoksa siyasiler. Askerlerin himayesinde siyaset ve siyasetçiler alabildiğine aşağılanırdı. Bir de Müslümanlar ve Kürtler. Müslümanlar takunyalı sivilceli burunlu gözlerinden ateş çıkan yaratıklar olarak tasvir edilirdi. Kürtler ise zonta veya kıro olarak. Bu nasıl mı yapılırdı? Gazeteler bir yere kadar bunun aracı olurdu. Nefret tohumlarının saçıldığı ve toplumsal kutuplaşmanın gazlandığı yer mizah dergileriydi. Mizah dediysek, güldürmesine gerek yok. Çizer mafyasının oluşturduğu bu yapı yetenekli gençleri devşirirdi. İyi çizerler onların kanatları altında serpilirdi. Basına, reklam sektörüne yatay geçişlerle kariyer imkanı da sağlarlardı. Yeter ki büyük hikayelerinin insicamını bozacak harekette bulunmasınlar. Aralarından bazıları nasıl desem yeteneksiz çıkıyordu. Ama uzun çizim gecelerinde yaptığı şaklabanlıklarla uyanık kalmalarını sağlayan bu arkadaşlarını etrafta tutmak istiyorlardı. Sonradan kendilerini eğlendiren bu arkadaşlarına bir sahne sağlayıp herkesi güldürmesini istediler. Tıpkı dergilerinde olduğu gibi milleti aşağılamaları gerekiyordu. Artık satıh tüm Türk milletiydi. Milletimiz aşağılık kompleksine sahip, öğrenmeyi beceremeyen, makama geldiğinde kişiliğini değiştiren yapıya sahipti ya. İşte büyük hikaye bunun üzerine kuruldu. Dergilerinde yetiştirdikleri nesiller izleyicileri oldu ve birden bu virus tüm Türkiye’yi sardı.
Artık gülmemek olmazdı. Herkes milyonlarca defa izledi. Gösterilerine yer bulunamadı. Hatta öyle ki aşağıladığı kitle koştura koştura ailece izlemeye gitti. Şaklaban birden özgüven kazandı. Artık sadece güldürmek yetmiyordu. Ün kazanması, şan kazanması gerekiyordu. Filmler çekti. İsmi kalıcı olsun istiyordu. Şaklabanlık yapmadığı filmlerde kendi gerçek yüzü ayan oldu: Bir zavallıydı. Bu halkın hoşuna gitmedi. Kendisinin de. Sinemadan yana bahtı açık değildi ve bunu anlayacak ferasete sahipti. Tam o sırada sosyal medyayı keşfetti. Binlerce, on binlerce, yüz binlerce ve hatta milyonlarca kişi kendisini takip etmeye başlamıştı. İstedikleri sadece güldürecek tweetler atmasıydı. Ama bedavaya şaklabanlık olmazdı. Bunun yerine sosyal konulardaki aldığı tavırla başka bir alana genişlemeye çalıştı. Madem sinemacı olamadı o zaman fikir önderi olabilirdi. Bunun da bazı komplikasyonları vardı. Mesela Mehmetçik Barış Pınarı Operasyonu’na başladığında herkes bir ses bekliyordu kendinden. Bunu yapması kolaydı ama işin sonunda şaklabanlığının ilk günlerindeki arkadaşlarını gücendirmek vardı. Ortadan bir yol tutup şaklabanlık gelirlerini askerlere bağışlayacağını söyledi. Kimsenin kendisinden para beklediği yoktu. Meseleyi yanlış anlamıştı. Mizah adına yola çıkıp hiç komik olmayan bir hikayenin parçası olan ünlü bir şaklabanın sergüzeşti bu. İsmini niye vermedim. Sahneden indiğinde hiç kimse adını bile hatırlamayacak. Peki neden yazdım öyleyse. Bu komik olmayan şaklabanların sonuncusu olmayacak da ondan. Ne diyelim? Vatan sağ olsun.