Cahit Zarifoğlu, şiiri, sanatı ve edebiyatı yaşadığı ülkenin, coğrafyanın seslerinden, yankılarından, türkülerinden, geleceklerinden toplar. Bunu içinde yaşadığı aileden, cemiyetten, okuduklarından, örnek aldıklarından ve takip ettiği dergi ve üstatlardan alır. İnsan, içinde doğduğu cemiyetin meyvesidir. Kökü sağlam olanın gövdesi de sağlamdır.

Necip Fazıl’ın takip ettiği çizgi, Fransız şiirinin büyülü tınısıyla buluşmuş olmalıdır. Michel Zevaco, Alexandra Dumas, Lord Byron, Oscar Wilde, Şhakespeare, Paul, Virginie, Graziella, Marcel Proust, Tolstoy, Dosyoevski’yiasıllarından (kendi dillerinden) okumuştur. Hatta Puccini müziğiyle, Fürstin Operetinden büyük keyif aldığı, Rimbaud, Baudleare, Valery’i çok beğendiği bilinir Üstadın. Bu durumun kendi evinde, yüreğinde, ikliminde beslediği; fikirde, sanatta, şiirde ve edebiyatta etki ettiği İslamcı şiir çizgisindeki kalemleri de etkilediği bir gerçektir. Bu nedenledir ki Zarifoğlu’da Rilke’yi hiç okumadan onun gibi yazdığını “Yaşamak”ta ifade eder. Rimbaud, Baudleare, Valery’i de önemsediğini ifade edelim. CahitZarifoğlu, Necip Fazıl Kısakürek’i Alman Richard Wagner’e benzetir. Wagner, müzisyen, opera bestecisi, tiyatro direktörü, orkestra şefi, müzik teoricisi ve yazardır.

Zarifoğlu, "Sanat insanın sesidir. Bu sesin ebediliğe perçinlenmesidir. Sanatçı ise, bu işin ustası. O kendi sesini duyururken, aslında yalnız kendi sesini duyurmuş olmuyor, bütün insanlığa özellikle kendi toplumuna da sözcülük etmiş oluyor" diye tanımlar. Kendi sesini bulma gayreti içinde olan sanatçı, kuşku yok ki çevresinden faydalandığı kadar dünyada olan bitenden de faydalanır, sanatkârlardan da, şairlerden de. Bu faydalanış kendisini idrak edene değin sürer. Ömür çizgisinde temaslar elbette ki bitmez. İntibaklar, tesanütler, tesadüfler ve aynı merkez bakışıyla tespitler de sürer. Asıl nokta kendi dilini, tarzını, sesini yakalamak, nefesini idrak etmektir. Şair ve sanatkârın kendi sesine ulaşmasıdır.

Moritz Geiger, “Estetik Anlayış” kitabının 21.sayfasında şöyle bir belirleme yapıyor; “Bu amatörlük, sanat değerlerinin yaşanmasını hiçbir şekilde geliştirmez; tersine, sanat yaşantısına zarar verir: Tıpkı asalak bitkinin taşıyıcısına, onun özünü emerek zarar vermesi gibi. Sanat yaşamında amatörlüğe kendisini kaptıran herkese, o, gerçek sanat yaşantısını bozar..” Gerçek sanat, amatörlükten kurtulmaktır.

Dergilerle yaşar şiir, sanat. Dergiler büyütür düşleri olan şairleri. “Büyük Doğu” çizgisinde can ve kan bulan kalemler, Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabesi”nde ifade ettiği üzere; “Tek cümleyle, Allah'ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik.
Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamt etme makamındayım.”

“Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna” diye ifade ettiği kadro yurda dönmüş, gençlik yetişmiştir. Edebiyatın işlevi, sanatın ve şiirin işlevi, damarlara mümin ruhu taşımaktan ibarettir. Şiir ve sanat bunu yaptığında görevini yerine getirmiş demektir. Edebiyatçıları yetiştiren toplumlar, geleneği olan toplumlardır. Edebiyatı ve sanatı olan toplumların medeniyeti olur. Medeniyetten bahsettiğinizde o toplumun dünya insanlığına öğrettiği, söylediği, haykırdığı hikmetleri, ilim ve irfanları, şiir ve felsefeleri var demektir. Büyük Doğu, bir medeniyetin varlığını haykırmış, yeniden doğuşun vahiyle gerçekleşebileceğine Anadolu’yu ve insanlığı inandırma çabasında bulunarak “Diriliş” nesline zeminler hazırlamıştır.

Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, sürece dair belleğin ön koşullarından bahsederken; “Zarifoğlu, Necip Fazıl’ı Wagner’e benzetir, Nuri Pakdil, Wagner'in uyum ve düzenin simgesi, ruhun gücünü yansıtan müziğini sever, O ruh ki, Sezai Karakoç'un deyişiyle, Kafka'yı kemirir, Camus'u tedirgin eder, Heidegger'i düşündürür, Kierkegaard'ı bunaltır, Schopenhauer'ı öfkelendirir, Wetzsche'yi savaşçı yapar ve Faulkner'ı sarhoş eder. Çünkü ruh sancısı çekenler, bildirildiğinden daha fazlasını bilmek isterler.”

Mavera’ya ulaşabilmek için önce “Diriliş”te Sezai Karakoç’un ikliminde beslenmek icap eder ki bir “İslam” algısı sonra bir “Kıyamet Aşısı”, sonra bir “Yitik Cennet” buluşması sağlanabilmesi için “Ruhun Dirilişi” ne ihtiyacımız vardır. Bunları kazanabilmek için büyük ana coğrafyada anlamını bulduğumuz “Büyük Doğu” düşüncesiyle vahyin yani Kuran ve Sünnet ölçüsünün “ölmez ve pörsümez yeniliğini” iyi kavramaya ihtiyacımız vardır. “Kıyamet Aşısı”nın “Bir Ay Bölünmüş Gibi Yüzlerinde” nin giriş cümleleri şöyle; “Sanki her an yüzlerinde bir ay bölünmektedir. Her an şakkulkamermucizesi yüzlerinde olup bitmekte. Farklı aydınlıkları buradan geliyor. Seher secdelerinin ve sarhoşluğunun aydınlığından, “yüzlerinde secde izleri görülür.”

Kimdir bunlar? Müslümanlardır. Eski Müslümanlar ve çağdaş Müslümanlar. Aşkın da şiirin de ayla olan ilişkisi, ayın kalple olan ilişkisinden doğmuyor mu? Aşk, şiir, bilgi ve zekâ, gide gide ayda toplanıyor. Şimdi bütün mesele, bu ayın bölünmesinde, bu ayın çözümlenmesinde. Yani bir mucize. Şakkulkamer mucizesinde.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri, aya fazla bakılmamasını öğütler. “Ay ışığı yüze zehir, fakat sırta şifadır” der. Aslında, bu zehir, zehir değil, şifanın şiddetle ve ansızın yoğun olarak gelişinden doğma bir çarpılıştır. Güzelliğin şiddetle çarpmasıdır ay çarpması. Kuran sure sure, ayet ayet değil de birden bütünüyle inseydi, insanlık onun güzelliğinden, belağatından mahv olmaz mıydı dersiniz?”

Bahsettiğim bu husus bize “Diriliş” dergisinin, yayınevinin, düşüncesinin, ikliminin ipuçlarını verir. Ana merkez olan “Büyük Doğu” mektebi bu defa karşımıza “Diriliş” Üniversitesi olarak çıkmaktadır. Şiirin, yazının, hikâyenin, denemenin, sanatın, estetiğin ve vahyin üniversitesidir “Diriliş Okulu”. Sezai Karakoç, çağa karşı, batının ve batılın yanlışlıklarına karşı İslami bir duruş ortaya koyar. Vahiy penceresinden şiire bakar, şiire ve edebiyata baktırır bizi. Soluğumuzun vahiyle ısınmasını, soluklanmasını ister. “Diriliş” ruhta, düşüncede, eylemde bir bütün halde iman etme halidir.

“Diriliş”, kıyamet saatine imandır.