Bazen sessiz bir ortam ararız. Sadece kendimize kaldığımız, hiç ama hiçbir sesin rahatsız etmeyeceği bir mekân. Peki bu mümkün mü? Tüm gürültülerden arınmış, tam sessizliğin hâkim olduğu bir yerde insan nasıl tepkiler verir acaba? Mutlak sessizlik var mıdır? İnsanın az da olsa arka planda akan seslere ve gürültüye ihtiyacı var mıdır?

Microsoft, önemli bir deney ile bu soruların yanıtlarını aradı. İnsanın ileri düzeydeki sessizlik ortamında sergilediği davranışlar, algılarımızın neden sınırlı olması gerektiğini ortaya koydu. 2015 yılında yapılan deney, Microsoft’un Redmond’daki genel merkezinde gizlilik içinde yürütüldü. Ciddi bir bütçe ile özel bir oda inşa edildi. Guinness Rekorlar Kitabı’na da giren bu odanın özelliği, dışarıdan gelebilecek bütün seslerden arındırılmış olmasıydı. “Gezegendeki en sessiz oda” yahut “yankısız oda” olarak bilinen bu mekâna alınan insanların tepkileri incelendi.

Çeşitli ırklardan, yaş gruplarından, mesleklerden erkekler ve kadınlar sessiz odaya alındı. İnsanlar, -20,6 desibeldeki bu sessiz ortama çok farklı tepkiler verdi. Korkudan bayılıp odadan çıkarılanlar, kısa süre kalıp endişe ile çıkmak isteyenler, ağlayanlar, odada kendi kendine konuşanlar, kulaklarında çınlama sesi duyanlar, başı dönenler, bir yakınını odaya almak isteyenler…

Deneyin en önemli sonucu, insanın uzun süre tam sessizliğe dayanamamasıdır. Zira sessiz odada bir saatten fazla kalan olmadı. Sessizlikten rahatsız olacağımız hiç akla gelmez. Fakat en sessiz odada dünyadaki seslerden kopmak insana huzur vermediği gibi insanları rahatsız etti ve bunalıma neden oldu. Sessiz odaya girenler dış ses duymadıklarından, kısa süre sonra kendi bedenlerinin seslerini işitmeye başladılar.

Deneye katılanlar; kalplerinin atışını, damarlarındaki kanın akışını, iskeletlerindeki hareketliliği, yuttukları tükürüğün sesini duymaya başladı. Özellikle de kalplerinin sesi karşısında dehşete kapıldılar. Zira kalbimiz, bir kuşun çırpınışı misali her an duracak gibi atıyor. Kalbin bu çırpınışı, odaya girenlerde hayranlık hissi yanında her an duracak endişesi ve korkusu uyandırmıştır.

SOMUT VE SOYUT ALGILARIMIZ SINIRLI

Sessiz oda, diğer organlarımız gibi kulağımızın da belirli aralıktaki veri girişine duyarlı olduğunu tekrar kanıtladı. Yani bir ortamda kulağımızın hiçbir şey duymaması, orada sesin olmadığı anlamına gelmez. Gözümüzün bir şey görmemesi de o ortamda hiçbir şeyin olmadığı anlamını taşımaz.

Şu hâlde insanın somut algılarının bir sınırı vardır. Bize lazım olan kadarını duyuyoruz ve görüyoruz. Örneğin duyma sınırımız sıfır desibelden itibaren başlıyor. Kulağımız belli şiddetteki sesleri kolayca duyarken, bunun altındaki ve üstündeki sesleri işitmekte zorlanıyor. İnsan türüne ait genel algı aralıkları içinde bireye özgü değişiklikler de olabiliyor. Bu deneyi merkeze alarak; algı alanımızdaki sınırların sadece kulak ve göz gibi somut veri girişleri için değil, soyut veri girişleri için de geçerli olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Yani kulağımız ve gözümüz gibi zihnimizin, aklımızın ve duygularımızın da sınırları var.

Her şeyi duyamadığımız ve göremediğimiz gibi her şeyi hissedemiyor, öğrenemiyor ve anlayamıyoruz. Nasıl ki duyduğumuz ve gördüğümüz somutların ötesinde de bir dünya var; aynı şekilde hissettiğimiz, öğrendiğimiz ve anladığımızın ötesinde de bir âlem var. Somut dünya ile olduğu gibi soyut dünya ile de ilişkimiz sınırlı. Somutlar dünyasında olduğu gibi soyutlar dünyasındaki sınırların da bize faydası var.

BİLDİĞİMİZİN DIŞINDAKİLERLE VARIZ

Aklımız âlemdeki belirli yasaları, duygularımız belirli hassasiyetleri, kalbimiz belirli anlamları algılamaya müsait. Genel olarak, insan türüne verilen aralıklarda ve şahsımıza özgü kabımızca âlemi algılıyor ve anlıyoruz.

İyi ki de bu âlemde belirli hassasiyet aralıklarımız var ve göremediğimiz cisimler, duyamadığımız sesler mevcut. İleri sessizlik ortamında rahatsız oluyoruz ve arka plandaki seslere ihtiyaç duyuyoruz. Her şeyi görmek bizi rahatsız ediyor. Madde ve mana alanında derinleşmek istesek de bunun bir sınırı var. Dolayısıyla âlemle ilgili hissetme, öğrenme ve anlam yükleme düzeyimizin, yani somut ve soyut algı alanımızın sınırlı olması da fıtratın bir gereği olarak yararımızadır.

İşte bunun içindir ki insan, somutlar dünyasındaki sınırları gibi soyutlar dünyasındaki sınırlarını da bilmeli ve her şeye hâkim olmanın derdine düşmemelidir. Deney odasındaki tam sessizliğe dayanamadığımız gibi, mana alanındaki her şeyi bilmeye de dayanamayız. Yani insanın bilinmeyene de (gayb) ihtiyacı vardır. Öğrenme ve anlam yükleme arayışında olabildiğince derinleşmeliyiz ama “Bütüne hâkimim!” yanılgısına da girmemeliyiz. Zira gördüğümüz, duyduğumuz ve anladığımızın dışında şeylerin olduğu; her an hareket ve oluşum hâlinde bulunan âlemin içindeki âlemiz.

“Her şey akar, hiçbir şey yerinde durmaz.

Her şey tükenip gider, hiçbir şey sabit kalmaz…

Soğuk şeyler ısınır, sıcak şeyler soğur;

Islak şeyler kurur, kuru şeyler ıslanır…

Şeyler dinginliği ancak değişimde bulur…”

Heraklitos