İçinde yaşadığımız dünya artık ulaşılmaz değildir. Dün, bugün ve gelecek denilen unsur ulaşılır dünyanın ortak biriktirdikleriyle besleniyor ve birbirinden etkileniyor.

Geleceği süsleyen düşlerse, hayaller âleminin nabız atışlarını taşıyor insanlığa. Birlikte yaşadığımız insanlardan çok şey öğreniyoruz. Çevrenin, semtin, sokağın, evin içindeki her durum bireyin düşlerini ya genişletiyor ya da daraltıyor. Ortamın doğal zenginliği-yoksulluğu kişiye dokunuyor. Böyle olunca kişiliklerin yansıyış şekilleri de ona göre kaptaki yerini almış oluyor.

“Türk Dili” dergisinde İbrahim Demirci “Rüya, Düş, Hayal” yazısında şöyle söyler: “Çile şairinin “Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?” sorusu çok basit görünse de cevaplanması zor bir sorudur. Rüyada gözsüz gören insan, uyanıkken de hayaller görebilmekte veya kurabilmektedir. Çölde serap bir algı yanılmasından ibarettir ama güçlü bir muhayyilenin ürettiği zengin hayaller, insanlığın önüne yeni ufuklar açabilir. Bununla beraber ve belki buna rağmen, ülkemizde “rüya”, “hayal”den daha sevimli, daha olumlu bir konuma sahiptir. Bunu rüyanın metafizikle bağının hayale oranla daha güçlü oluşuna bağlayabiliriz. Hayalperest, rüya peşinde koşana göre heva ve heves tuzağına düşmeye daha yakın ve yatkın olsa gerek. Bir de, hastalık, ilaç, uyuşturucu vb. etkenler hayallere yol açabilirken rüyalar hayatımıza sağğın içinde, sağğın içinden girmektedir”. İnsan uyurken gördüğü rüyayı beden olarak mı yoksa ruhun bedenden ayrılışıyla bilmediği, görmediği ülkelere, hususlara tanıklık ediyor olması konusu da elbette gündeme geliyor. Kanımızca ruh yükseliyor ve uçsuz bucaksız âlemleri bedenden uzak bir şekilde seyrediyor.

İstiklal dediğimiz unsur bireylerden oluşan dayanışmanın toplumdaki, topraktaki varoluşsal yansımasıdır. İnsan ürettiklerinin sahibidir. Üretenin verdiği emek, üretileni değerli kılar. İnsan hayatı muhtaçlıklarla doludur. Maddi ihtiyaçların ötesindeki ruhi ihtiyaçlar daha çok estetiğe, güzelliğe, sanata, edebiyata, ilim ve irfana yöneliktir. Toplumların hafızasını güçlendiren ana unsurda burasıdır. Maddenin kazandığı anlam insanın yüklediği anlam kadardır. Ortaya konulan eserlerin maddi yönleri olsa bile daha çok metafiziktir. Sanat icracıları kendilerinden başlayarak toplumun, insanlığın ruhunu olgunlaştırabilmek için emek harcarlar. Güzel sanatların, bedii zevklerin her birinde bulunan bu besleyici yön, insan aklının ne kadar önemli olduğuna, akıl yoluyla idrak unsurlarının gelişmesine ve düşüncenin insanı soylulaştırmasına yani erdemli kılınmasına yollar aralar. Böylece sanat uğraşıları toplumun en vazgeçilmez unsuru olur. Böylesi uğraşlar bireyi arayışa yönlendirir. Arayış hatırlamaya, hatırlayış bilmeye ulaştırır. Rahmetli Üstat Necip Fazıl, “Çile” şiirinde bu duruma şöyle işaret eder:

 

“Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İç içe mimari, iç içe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!”

İstiklal, özgürlük, bağımsızlık demektir. Cemiyet hayatında gerekli olan her türlü eğitimin, üretimin, sanatın, ticaretin bireyden başlayarak toplumu şekillendirmesi içte birliğin, dışta bağımsızlığın adıdır istiklal. Güzel sanatlar, bedii zevkler, estetik unsurlar; özgürce toplumda yer bulabiliyorsa, kendi köklerinden, tarihi birikimlerinden, ilmin, irfanın ve tekniğin imkânlarından yararlanarak yenileniyor, tazelenirse sanatın, edebiyatın, şiirin istiklali dolayısıyla kültürel inkişafın istikbali gösterdiğini ifade edebiliriz. Geçmiş asırlar boyu insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuş olan milletimizin değerler sistemi yalnızca genlerinde bulunanları değil, onlarla birlikte yeni yöntemlerin, yolların, düşünüşlerin, uyanışların, uyarışların, ahenklerin oluşumunu da sağlamıştır. İlimdeki inkişaflar kadar, yerleşik hayatın unsurları üzerinde de üretimlerde bulunmuş ve şehirleşmenin, toplum olmanın, devletleşmenin gereklilikleri üzerinden insanlığa yol gösterecek onlarca değer üretip dayanışmayı, kaynaşmayı, yardımlaşmayı önde tutmuştur. Ürettikleri hayatın içinden, tecrübelerden geçerek yaşanmış ve yaşanması hususunda örneklik etmiştir. Tarihin bize sunduğu verilerde en belirgin devletlerin asırlar boyu insanlığa birikimlerini aktarıyor olması, devletler üzerine devletler kurarak düşünceyi, sanatı, hayatı ve anlayışları zenginleştirmesi insana verdiği değeri ortaya koymaktadır. Devletin varlığı insanın varlığıyla, insanın bekası devletin bekasıyla mümkündür. Düşüncenin gelişim evreleri, insanın kutlu yaratılış düşüncesinden kaynaklıdır. İnsan mademki değerlidir hayatı da değerli hale dönüştürülmelidir. İnsanın değeri, maddeye hükmettiği oranda artmaktadır. Madde insanın emrinde şekillenir. Hayat insanla anlam kazanır. Varlıkların kıymeti insandan dolayıdır. Yaratılış sırlarının inkişafı, insanın kendisini idrakiyle yücelik kazanır. Mesele, kendini idrak ve kendini bilmektir.

Bütün bu ayrıntılar bizden evvelki yurt sahiplerimiz yani ecdadımız; insandan insana, insandan maddeye, insandan topluma, insandan devlete, insandan insanlığa taşınabilecek en kutlu değerin üretilen düşünce ve dolayısıyla kültürel miras olduğu görülür. İstiklalini kaybetmiş milletlerin, devletlerin, toplumların sanat, düşünce, estetik kaygısı olmaz. Toplum kendisini toparladıkça, ruh, akıl ve gönül ihtiyaçlarına yönelmeye başlar. Sanat, kültür, edebiyat, musiki, şiir bu süreçte kendisini belirginleştirir. Birkaç asırdır toplumumuzun hafızasındaki bulanıklığın, zedelenmenin, felçlik halinin giderek kaybolmaya yüz tuttuğu yeni yüzyılda düşünceden sanata, edebiyattan teknolojiye inkişaf belirginleşmiş, dünya çapında fikir, düşünce ve kalem sahiplerine daha çok ihtiyaç hissedilmektedir. Bilgisiz, ilimsiz kalkınma, ilerleme ve yükselme mümkün değildir. Doğum vakit gelmeden gerçekleşmez, gerçekleşirse ondan verim alınmaz. Unutulmamalıdır ki ilim ve sanat birbirini büyütür ve geliştirir.

Yeryüzündeki varoluşun, bir arada duruşun, ihtiyaçları çözüşün yolları, yöntemleri aklı kullanmayla ilgilidir. Akıl dediğimiz kutlu vergi kullanılmayı gerektiriyor. Yaratılışın sırlarını, maddenin ve madde ötesinin insicamını seçebilmek, eşya üzerindeki dili idrak edebilmekle ilgilidir. Eşyanın dili, yaratılmışların dili ve insanın dili arasındaki bu kopmaz bağ; düşünceyi geliştirerek, sanat boyutu kazandırarak anlam kazanır. Sanat insanın varlığını ispat etme çabasıdır. Sanatın dili, insanın kalbindeki sırların esere yansıması ile, sirayeti ile başlar. Son yüzyılın dilini anlayabilmek için tarihin dilini bilmek icap ediyor. Tarih konuşmaya başladığında öğretilere, yaşayışlara, eğitilmişlere nasıl da çatışma alanları oluşturduğunu elbette ki gösterecektir. Bu bize öğretilerin çarpıklığını göstermekle kalmaz, hayatın dinamizminin de elimizin altından çekip gittiğini, zeminin nasıl da aldatıcı unsurlarla dolu olduğunu görmemizi sağlar. Düştükten sonra yeniden ayağa kalkmanın yöntemlerine de işaret eder. İstiklal anlayışı, büyük bir toplumun tarihinden aldığı emaneti geleceğe hür bir düşünceyle haykırabilmesidir. Bu bakış açısıyla ülküsünü, ülkesini ve sanatını icra ederken çatışmadan yenilenerek doğumlar gerçekleştirir ki bu sanatın özgünlüğünü gösterir. Unutulmamalıdır ki öykünen ilim, bilgi, sanat ve teknoloji köklerine yabancıdır. Öykünen dil kendini yok eden bir dildir. Ne vakit özgünleşir, tasalluttan kurtulur ve kendini bulma ve bilme şansı yükselir. Milli kültür; sanatı, düşünceyi, dili, bilgiyi ve ilmi kendi bağrından, kendi bağından, kendi yaratılışından, kendi asaletinden alarak fıtratına döner. Kök değerlerindeki cevher; mantığın, matematiğin, hendesenin, mimarinin estetiğe dönüşerek hayatı kavramış olmasında gözükür. Fert fert, aklın sırlarını kalbin sırlarıyla terazide öylesine tartar ki tartı sıratı gösterir. Kendi sanatımız düşüncemizden, inancımızdan ve yaşantımızdan beslenir. Havanın, suyun, iklimin oluşturduklarıyla insan cevherini bulur.

İstiklal, yabancılaşmak değil kendin olmaktır. İstiklal, tarihten aldığın emaneti yerinde kullanmayı bilmektir. İstiklal, aklı iman potasında eriterek cevhere dönüşmesi insanlığı aydınlatmasıdır vesselam.