Peşinen söyleyeyim ki, başlıkta her hangi bir espri ya da şaka yoktur.
Peşinen söyleyeyim ki, başlıkta her hangi bir espri ya da şaka yoktur. Olabildiğince ciddiyim. Yazının devâmını okuyunca da göreceksiniz ki, bunda espri ya da şaka yapacak bir taraf yok. Zira, söz konusu vatan. Her şeyin teferruat hâline geldiğinde vatan konusunda şaka yapacak kan ve süt bozukluğum da yok hamdolsun.
Gelelim konumuza. Daha ilkokul sınıflarındaki İnkılâp Târihi derslerinde anlatılan bir konudur bu cemiyetler. Bir tarafta Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında sivil bir anlayışla ve vatan aşkıyla teşkilatlanan ve Millî Mücâdele’nin omurgasını oluşturan vatanseverler vardır. Anadolu’nun işgâl edildiği hayat-memat davâsında, “ya istiklâl, ya ölüm” deme yürekliliğindeki bu mert insanların karşı tarafında ise “Beyoğlu’nda tepinenler”den oluşan hizmetçi tiyniyetliler vardır.
“Karşı taraf” diyorum çünkü, bu mert insanların “karşısına” delikanlı gibi çıkacak, yüze gülüp arkadan vurmayacak, içi dışı farksız bir gruptan bahsetmiyorum. Aksine tasmalı bekçi köpeği kıvâmında bir tayfadan bahsediyorum. Bu tayfa, sâhiplerinin gösterdiği yöne doğru havlarken, sâhipsiz köyde değneksiz gezme rahatlığındaydı. Kanları ve sütleri bozuk olduğu için, ihânet ettikleri milletleri ve satmayı mârifet zannettikleri vatanı peşkeş çektiklerini göremiyorlardı. Artık aşağılık kompleksiyle hayran oldukları “büyük” devletlerden ya İngiltere’nin ya da târih sahnesinin çömez kahraman bozuntusu Amerika Birleşik Devletleri’nin koruması altına girmekten başka çâre kalmadığını zannediyorlardı. Ya Güneş Batmayan İmparatorluğun ya da ABD’nin bir parçası olmak, onlar için “şeref”ti. Zira, bu aşağılık sıfata heveslenecek kadar şeref yoksunuydular.
İstanbul işgâl edilirken, onlar için “kurtulmuştu”. Kendi ülkelerinde uşak, hizmetçi, ikinci sınıf olmaktan zerre rahatsızlık duymuyorlardı.
Oldu bittiye getirilip Sultan’ın onaylamadığı Sevr Antlaşması ile ülke işgâl edilirken, yıllar sonra 1969’da İstanbul’a gelen 6. Filo’ya “hizmet” veren genelev kadınlarından farksız bir sevinç içindeydiler.
Bitmediler bir türlü
Hamdolsun o zaman hayâlleri suya düştü, ama ar damarlarını aldırmış oldukları için, hiçbir şey olmamış gibi memleketin kaymağını yemeğe devam ettiler. Senelerce “Karacaahmet ağlarken, Beyoğlu tepinmeye” devam etti. Bu tepinenler, boyunlarında tasma olmadan yaşayamadıkları için, tasmalarını yakalarının ve kalın enselerinin altına sakladılar.
Efendilerinin ettiği hakaretleri iltifat kabul ettiler. Ama millete “eleştiri” dediler. Efendilerinin hakaretlerinde sınır olmadığı için, onlar da Anadolu insanını “ifâde özgürlüğü” ile tahkir edip hor gördüler. Anadolu insanından utandılar; efendileri görmesin diye ön plâna çıkarmadılar. “Adam olmaz” dediler. Bu milletin suyundan için dilinde, müziğinde, kılığından kıyafetinden rahatsız oldular.
Köle olmayı had bilmek zannettiler. “Biz kim oluyoruz ki” anlayışıyla secde etmedikleri yön, ayağını öpmedikleri efendi kalmadı.
Peki Şimdi Ne Yapıyorlar?
Elbette şimdiki adları “muhipler cemiyeti” değil. Kimisi parti, kimisi dernek, kimisi vakıf, kimisi düşünce kuruluşu. Kurdukları tezgahı, “uluslararası hukuk”, “insan hakları”, “çevrecilik”, “adâlet”, “özgürlük”, “eşitlik”, “ifâde özgürlüğü” gibi markalarla satanların Türkiye’deki temsilcileri, ellerine verilen bu ihânet aygıtlarını bayrak gibi dolaştırıyorlar.
Güçlü olduklarında “Bu ülkeden bizim istemediğimiz bir şey olmaz” deyip, başları sıkışınca, “düşman bizi değil, AKP’ye oy verenleri bombalasın” ya da “insan hakları ihlâli” deyip ülkeyi Sevr işgalcilerine şikâyet eden bu “muhipler” taparcasına sevdikleri efendilerinin maşası olduklarını görmüyorlar.
Efendilerinin emirlerini milletlerine karşı utanmadan, kösele gibi suratlarıyla sırıtarak yerine getiren bu “muhipler”, şunu bilmiyorlar ki, yataklık ettikleri işgâlciler (mümkün değil ama olur da) gelirlerse ilk önce onları ortadan kaldıracaktır. Bu hâin tayfa, dedeleri kadar bile delikanlı olmadığı için, açık açık “mandacıyız” diyemiyorlar. Bununla da kalmayıp 180 derece tersinden tutturup Atatürkçülük diyorlar. Dedeleri doğrudan İngiliz ya da Amerikan egemenliği altına girmeyi isterken, şimdiki torunları Amerikan mahkemelerinin değirmenine su taşıyorlar.
Ama Bu Millet Şerbetli
Onlar bu memlekete ve vatana ihânet ettiklerini düşünmüyorlar, çünkü Türkiye’yi memleket ve vatan olarak görmüyorlar. Ama onların ne olduğunu bilen ve gören “şerbetli bir millet” var. Ve bu millet, 15 Temmuz’da şerbetlenirken abdest alırcasına topuğunda bile kuru yer kalmadı. Mehmet Görmez’in tâbiriyle “sütüne şehâdet şerbeti karışmış analarıyla” vatanı arasında hiçbir fark görmeyen bu milletin, bu muhiplere karşı verdiği ve vereceği mücâdele dünya döndükçe devam edecektir.
Parolamız bellidir: Ya İstiklâl, Ya Ölüm…