Evliliklerin sona erme nedenlerinin çok büyük oranı fikri anlaşmazlıktan kaynaklandığını biliyoruz.
ŞÜKÜR SEFER AYI ÇIKTI GİTTİ
Peygamber efendimiz sefer ayında bolca nafile namazı kılınmasını öğütlemiş buna ilaveten sadaka verilmesini tavsiye etmiştir. Türk-İslam geleneğinde bu ayda sadaka vermek aslında unutulan bir alışkanlıktır. Az sadaka belayı defeder kabilinden. Şükür bizler ve etrafımdaki birçok insanın sadaka verdiğine şahit oldum, hatta tavsiye ettim. Ancak yine de babam başta olmak üzere ölümler, yakınlarıma konulan hastalık teşhisleri bu seneki sefer ayı iflahımı kesti. Evdeki buzdolabı bozuldu, çamaşır makinesi çalışmaz oldu ve bilgisayarımın da ana kartı yandı. Şaka gibi derler ya. İşte tam da öyle. Ama beterin beteri var öyle değil mi? Dün artık sefer ayı çıktı gitti. Allah başka dert vermesin. Hoş geldin Rebiülevvel ayı.
ANDA KAL
Evliliklerin sona erme nedenlerinin çok büyük oranı fikri anlaşmazlıktan kaynaklandığını biliyoruz. Fikir uyuşmazlığı, anlaşamamak gibi nedenler çiftler arasında boşanmak için artık bir sebep. Ya da iyi arkadaşlıkların bir anda bittiğini kavga patırtı gürültü ile sona erdiğini duyuyoruz. Onunla anlaşmam mümkün değil diyen insanlar dolu etrafım. Anlamak üzerine bir sıkıntımız var hepimizin. Etkin anlama diye bir yöntem var iletişim derslerimizde. Dinlemeyi bütün hücrelerinizle yapacaksınız, karşınızdakinin gözlerine bakacaksınız, hatta duygudaşlık içinde olacaksınız. Siz o olacaksınız. Yine de olmuyor. Ama neden?
Çünkü
Aynı anda değiliz. Yani muhatabımızla aynı anda değiliz. Aynı anı yaşamıyoruz. O başka yerde, benimle aynı frekansı paylaşmıyor. Bir karmaşa var çözemediğimiz. Herkes kendi anını yaşıyor. Ama ne güzeldi başlangıçta her şey demiyor muyuz? İşte fedakârlık, sevgi aynı anı paylaşmaksa eğer onu yapamıyoruz. Sıkıntılı olan veya derdi olan kişinin anında kalmak istemiyoruz. Çabuk sıkılıyoruz. Anlamak istemiyoruz. Dinlemiyoruz. Sabır, sebat yok. Sorun çıkarılmasın istiyoruz. Aynı anda olmak da neyin nesi. Çabalamak ne için? Kestirip atıyoruz. Artık eskisi gibi heyecanı kalmayan ilişkilerde kalmak istemiyoruz. Nasılsa biri yoksa diğeri var.
Aynı müzikten hoşlanmayabiliriz
Farklı zevkler aynı anı paylaşamaz mı? Brokoli seven biri ile asla yemem diyen çifti aynı anda kilitleyen başka güzellikler olmaz mı? Eski evlilikleri düşünüyorum da 50, 60 yıl aynı yastığa baş koyan çiftler hep mi güllük gülistanlık içinde yaşadılar. Onları bunca yıl tutan mecburiyetler miydi? Yoksa aynı anda olmak mıydı? Aynı anı yakalamak için çabalayan birlikteliklerin hikayesidir onca yıl evliliklerin yıkılmadan kalması. Aynı müzikten hoşlanmazken iki tarafın da birbirine yaklaşmaya çaba sarf etmelerinin eseridir uzun senelerin senfonisi.
Anlama sorunu
Sadece evlilikte değil elbette her yerde bir anlama sorunu yaşıyoruz. Okulda öğretmen sınıfta arkadaşına bir şey söylediği için öğrenciyi çok konuşmakla yargılıyor. Doktor hastasını başından savarak dinlediği için hasta mutsuz kalıyor. Ebeveynler çocuklarını sen anlamazsın diye azarlıyor. Üst astını dinlemeden suçluyor. Sanırım en şanslı işçiler Gassal’lar olmalı. Ellerindeki ölü bedenin itiraz edeceği yok. Onunla hemhâl olarak anı yaşaya yaşaya işini yapıyor. Bir güzel kefene sarıp sarmalıyor. Biliyor ki tek an bu an; ölüm anı. O yüzden anda kalmalı, anda olmalıyız işimizde, evliliğimizde, evlatlarımızla ilişkimizde, arkadaşlarımızla muhabbetlerimizde. Bir an var ki o an geldiğinde geç kalmamak için. Yaşarken anı kaçırmamak için herkes anda kalsın.
Anlamak için
Kelime kendisini gösteriyor zaten an-lamak. Anlamak için aynı anda kalmak ve o anda bütünleşmeye giden kapıların açıldığını fark etmek. Ortak bir bilince doğru açılan kapının anahtarıdır anda kalmak.
TOPLAN GİDİYORUZ
Hadi toplan artık eskidi buralar. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ne vücudum ne bakışlarım ne de nefesim yetiyor artık. Işık bana göz kırpıyor ama hala karanlıktayım. Işığı bulmam ve yeniden ısınmam lazım. Yeniden içime bir nefes üflenecek biliyorum. O yüzden kırık dökük ne varsa, kalsın burada. Eskiyen hiçbir şeyi alma. Nasılsa ihtiyacımız olmayacak artık. Bize vadedilen başka bir alem var. Vuslat orada, ebediyet orada. Gözüm o ışıktan başkasını görmüyor artık. Buralar buz kesti. Nafakamız bitti. Kıyafetlerimizin de içi boşaldı. Ebedi ışığı takip et. Ama hiç arkaya bakma. Elimden tut korkma. Çıkıyoruz buradan. Şııııştt sana bir sır vereyim mi? İnsanlar hep orada kalacaklarını sanıp aldanıyorlar ya! İşte koca bir yalan. Bak geldik bile ışık nasıl da göz kamaştırıcı değil mi?
DÜNYA ŞEHİRCİLİK GÜNÜ
Şehirleşme ile birlikte toprak, ahşap ve taş yapılardan beton yapılara geçildi. Betonarme yapının hikayesi çok eski değil 1854 yılında İngiliz sıva ustası Wilkinson ilk iki katlı betonarme binayı inşaa etmiş. Ardından tahmin edileceği gibi beton maddesi şehirleşmenin hızını değiştirdi. Beton çok eskilere dayanır ancak tel donatlı yapı inşaa edildikten sonra köprüler, katlı binalar, kaldırımlar şehrin olmazsa olmazları oldu. Böylelikle medeniyetin tanımına beton binalar eklendi zira yaşanılan ortamlar Avrupa için diyoruz tabi daha temiz görünüyorlardı. O dönem mimarisiyle şehirler oluştu. Millenium çağına geldiğimizde çelik yapılar ve gökdelenler yükseldi. Ama bunlar eski şehri (old city) bozmayacak şekilde ana şehrin dışarısına konuşlandırıldı. Dünya şehircilik gününde bizim şehirlerimize baktığımızda bir bakın neler görüyoruz. İstanbul, eski şehrin üzerine bir karabasan gibi çökmüş dev ve hiçbir estetik anlayışı olmayan yığınlarla kuşatıldı. Çirkinlik bir yanda göz ve ruh sağlığımızı bozarken, sıcaklığı yansıtan bu binalar aynı zamanda şehirlerin de ısısını ve taze hava sirkülasyonunu olumsuz etkileyerek garabet bir manzara oluşturdu. Avrupa’da yüzelli yıl önce başlayan bu yapılaşmayı maalesef biz kendi zaten var olan kent kültürümüze adapte edemedik. Yıllar önce ünlü bir müteahhit ile yapılan röportajı okurken dehşete düşmüştüm. Yine İstanbul’un çarpık yapılaşmasından bahsedilirken müteahhit “Biz İstanbul’a medeniyeti getirdik. Tuvaleti, suyu eve soktuk” demişti. Bu anlayış ile bu kadar.
SES VER: BİR ADADAN DİĞERİNE
Biri Marşal Adaları’ndan, diğeri de Kalaallit Nunaat’tan (Grönland) olan iki adalı arasında gidip gelen bu şiirsel geziyi izleyin (https://350.org/ses-ver-bir-adadan-digerine/). Bu çalışmada, iki adalı, yaşadıkları gerçeklik olan eriyen buzullar ve yükselen deniz seviyeleri arasında bağlantı kuruyor. Kathy Jetñil-Kijiner ve Aka Niviâna, şiirlerini kullanarak, iklim değişikliği karşısında yurtları arasındaki bağlantıları gösteriyor. Bu video sayesinde dünyamızın hem ne kadar büyük hem de kadar küçük ve her şeyin birbirine ne kadar bağlı olduğunu kısa bir süre için de olsa görebiliyoruz.
İklim değişikliğinin ve nedenlerinin arkasındaki bilimsel gerçekler on yıllardır çok net. Gerçi iklim değişiklikleri dünya var olduğundan beri süregelen bir durum. Burada araya girip eleştirel bir yorum yapmam gerekiyor. Kıtaların ayrılması, hayvanların büyük kıta parçalarının kopması sonucu ölmeleri veya büyük depremlerle birlikte tsunamiler gibi felaketlerle toprak parçaları hep yer değiştirmiş. Ancak günümüzdeki durum,uzak diyarlarda yaşayanların da seslerini duymamız gerektiğini gösteriyor. İnsanlığın acımasızca tüketimi sonucu gerçekleşen iklim değişiklikleri nelere sebep verdiğini göz ardı edemeyiz. Zira dünya sadece Newyork, Amsterdam, Paris, Roma, Zürih, Berlin’den oluşmuyor. İnsanlar farklı yerlerde farklı koşullarda ve kaygılarla yaşıyorlar. Bir değer olarak insanlık için neredeyiz, ne yapıyoruz gibi soruları kendimize sormamız gerekiyor.
Şiirin son kıtası aslında her şeyi açıklıyor;
Bu adalardan
çözüm arıyoruz.
Bu adalardan tüm dünyanın
arazi araçlarının, klima tesisatlarının, hazır ambalajlı konforlarının
petrole bulanmış rüyalarının, yarın hiç gelmeyecek ki’nin,
yarın uygunsuz bir hakikatten ibaret’in
ötesini görmesini
istiyoruz
talep ediyoruz.