Son dönemde, özellikle sosyal medyada bir Ali Babacan fırtınası kopuyor.
Bugün 29 Mayıs 2020… 567 sene önce bugün genç Padişah İkinci Mehmed’in Türk tarihinin en büyük şahsiyeti, en bilge devlet adamı ve en büyük mareşali Fatih Sultan Mehmed Han olduğu gün. Fransa’nın en büyük mareşali ama aynı zamanda en cüce devlet adamlarından biri olan Napoleon Bonaparte’ın “Bir dünya imparatorluğu kursam, başkenti İstanbul olur!” diye hayranlıkla taltif ettiği İstanbul’u bizlere hediye ettiği gün. Peygamberimizin Hadis-i Şerifiyle müşerref olduğu gün. Hepimize kutlu olsun. Fatih’in ve kutlu askerlerinin ruhuna bir Fatiha gönderelim.
* * *
Son dönemde, özellikle sosyal medyada bir Ali Babacan fırtınası kopuyor. Sayın Babacan bu ülkede siyasete sanki yeni girmiş bir yeni soluk gibi tanıtılıyor. Başarıları vurgulanıyor, yeni dönemde neler yapacağı anlatılıyor. Halkın içinden çıkmış, halkın adamı imajı her vesile ile verilmeye çalışılıyor. Samimi, güler yüzlü, aile babası, çağdaş, uygar, mütedeyyin, demokrat ve en önemlisi genç bir profil çiziliyor. Kendisine başarılar diliyorum. Yolu açık olsun.
Ancak… Bir de gerçekler var. Sıradan vatandaşın pek de ilgi duymadığı yüksek siyaset ve iktisat uygulamalarının gerçekleri. Bugün size onlardan bahsedeceğim. AK Parti’nin bir dönemdeki ekonomi politikalarını yöneten isim olan Sayın Babacan’ın iddiasının dayandığı gerçekler bize ne söylüyor? Acaba gerçekten iktisadi bir başarı var mı ortada? Bu soruları cevaplamaya çalışacağım.
Bu konuda 2 Aralık 2019’da bu köşede “ACEMOĞLU VE BABACAN: KURUMSALCI İKTİSAT YANILGISI” adı ile bir yazı neşretmiştim. Bugün bu yazıdaki temel noktaları ele alacağım.
2003 -2012 ARASI UYGULANAN EKONOMİ POLİTİKALARI
2003 – 2012 yılları arasında Türkiye ekonomisi kâğıt üstünde ciddi bir başarı göstermiş gibi görünmektedir. Bu dönemde üç aylık nominal milli gelirlerin TÜFE endeksine göre deflate edilmiş reel değerleriyle oluşturulan reel milli gelir endeksi 88,82’den 187,01’e çıkmıştı. Yani kabaca ülkedeki reel milli gelir 2,10 katına çıkmıştı. Bu 10 yılda elde edilen bir sonuçtur. Bileşik hesapla baktığımızda yıllık ortalama yüzde 7,3’lük bir büyümeye tekabül etmektedir. Bilindiği gibi 1923’ten 2019’a Türk ekonomisinin ortalama büyüme hızı yıllık yüzde 5’e tekabül etmektedir. Yani ilk bakışta 97 yıllık ortalamanın üstünde bir performans sergilenmiştir. Bir başka önemli değer de enflasyondadır. Enflasyon 2003 yılı ilk çeyreğinde yıllık yüzde 30,23’ten 2012 yılı son çeyreğinde yüzde 6,77’ye düşmüştür. Enflasyondaki bu düşüşün verdiği imkânlarla Türk Lirasından altı sıfır atılmıştır. Bu da önemli bir göstergedir. Bütün bu olumlu göstergelerin mümessili olarak da dönemin Ekonomi Bakanı Sayın Ali Babacan gösterilmektedir.
Ancak büyüme ve enflasyon verilerinin arkasına baktığımızda farklı olgular görünmektedir. Burada üç temel iktisadi gerçek bulunmaktadır:
(i) Milli gelirin kısa dönemli büyümesi refah göstergesi olarak kabul edilemez, çünkü refah uzun dönem sermaye birikimi ve toplam üretim kapasitesindeki artışın bir sonucudur.
(ii) Kısa dönem büyüme para basarak, devletin servetini (fabrikalarını, topraklarını, haberleşme ve enerji altyapısını) özelleştirme yoluyla satıp nakde çevirerek veya dış borçla finanse edilebilir. Bunun üretim kapasitesinde artışa dönüşebilmesi için elde edilen gelirlerin üretken sektörlere (sanayi ve tarım) yöneltilmesi gerekir.
(iii) Temel yatırım mallarında ve ara girdilerde dışa bağımlı ülkeler, bu sorunu çözmeden kısa vadede hızlı büyüme hedefine girerlerse düzenli aralıklarla cari açığa ve dış borca dayalı ekonomik krizlere girerler.
İlgili döneme baktığımızda yine bahsedilmeyen üç temel olgu görülmektedir:
(i) 2001 Krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından üçlü koalisyon hükümetine uygulatılan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” olağanüstü hallere bağlı olağanüstü bir programdı. Özelleştirmeler, sıkı para ve maliye politikası yolu ile iç borçları ve enflasyonu düşüren bir program olan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın” sonuçları 2003 sonrasında elde edilmeye başladı.
(ii) 2003 – 12 arasında dünyada çok ciddi bir finansal genişleme süreci vardı. Tasarruf fazlaları olan merkez kapitalist ülkelerin bu fazlaları gelişmekte olan ülkelere aktılar. Bundan Türkiye de payını aldı.
(iii) 2003 – 12 arasında Türkiye ekonomisinde sanayi ve tarımın payı toplam üretim içinde düşerken hizmetler sektörünün (inşaat, medya – iletişim, turizm ve sağlık) payı yükseldi. Ancak hem sanayide ana üretici firmalar hem de hizmetler sektörü firmaları yüksek oranda yabancı ortaklarla bu büyümeyi sağladılar. Öte yandan tarım sektöründe stratejik koruma politikaları uygulanmadığı gibi, aynı zamanda, tarımın ithal tohumlara bağımlı kılınması, tarımı destekleyen sanayi KİT’lerinin özelleştirilmesi gibi uygulamalar tarımı da dışa bağımlı hale getirdi.
Türkiye’nin Tanzimat’tan bu yana en temel sorunu üretimde ve finansmanda dışa bağımlılıktır. 1980 öncesi devletin içine girdiği borç krizleri, daha sonrasında 1994, 2001, 2008 ve 20019 krizleri hep bu dışa bağımlılıktan kaynaklanır. Kaçınılmaz olarak, dışa bağımlılık sorunu çözülmeden kısa vadeli büyüme amaçlı politikalar, 7-11 senelik periyotla gerçekleşen Majör Dalgaların besleyicisidir. Ancak Türkiye örneğinde Majör Dalganın ana yayılım mekanizması sermaye birikimi değil ama dış borç birikimi sürecidir. 2003 ve 2012 yılları arasında dünyada var olan fon arzı fazlasından kaynaklı olarak giren yabancı sermaye daha çok tüketimi ve üretken olmayan sektörleri (inşaat, medya iletişim, turizm ve benzeri hizmetler sektörü bileşenleri) finanse etmek için kullanılmıştır. Bu dönemde halkta suni bir refah algısı oluşmuştur. Üretim artmadan yabancı fonların Türkiye’yi tercih etmesinin sebebi de yüksek faiz politikasıdır.
Kabaca Sayın Babacan’ın etkili ve yetkili olduğu dönemde Türk hükümeti aslında yeni bir politika uygulamamış, Kemal Derviş’in politikasını devam ettirmiş, içeride talebi dış borçla, arzı da doğrudan yabancı yatırımlarla desteklemiştir. Hâlbuki Türkiye’nin kriz şartlarını atlattıktan sonra bir “Büyüyen Türkiye Programına” ihtiyacı vardı. Bir nokta da doğrudan yabancı yatırımlar hakkında önemlidir: Doğrudan yabancı yatırımların avantajları yanında önemli bir dezavantajı bulunmaktadır: Kalkınmanın (eğer o da kalkınma sayılırsa) uluslararası bankacılık sistemi ve ulus ötesi sanayi kartellerinin tercihlerine bağlı olması ve hükümetin milli iktisadi hedefler oluşturamaması. Bu dönemde en önemli hedef enflasyondu. Ancak şunu belirtelim ki, enflasyon 2003 – 2017 yılları arasında yüzde 5 – yüzde 10 arasında seyretmişti. Yani Babacan gittikten sonra da 5 sene kadar enflasyon yine bu düzeyde kalmıştı. Sonrası zaten 2018 krizinin etkisidir.
Enflasyonu bu bant aralığında tutmanın maliyeti ise toplam dış borçların 2003 birinci çeyrekte 131 milyar dolardan 2012 dördüncü çeyrekte 342 milyar dolara çıkması idi. Bu 10 senede dış borcun kabaca 2,6 katına çıkması anlamına gelir. Dahası bu süreçte dış borcun vadesi de hızla kısalmıştır. Yani kısaca ilgili dönemde uygulanan politikalarda, siyasetçilerin çok da bir etkisi yoktur. Ülke borçlandırılmıştır, vatandaşlar borçlandırılmıştır, yüksek faiz politikası ve yabancı fonların etkisiyle birlikte 10 senelik suni bir refah yaratılmıştır. Bugün ise o dönemdeki borçlar ödenmektedir.
Sayın Babacan bugün ekonomi ile ilgili iktisadi bir tez önermemektedir. Söylediği eğer demokratikleşme olursa, parlamenter sistem gelirse, Türkiye tekrar NATO ittifakına girerse her şeyin düzeleceğidir. AK Parti hükümetinin iktisadi politikalarında bugün önemli hatalar da bulunmaktadır. Hala daha enflasyon hedeflemesi ve özelleştirme politikaları devam etmektedir. Vergi sistemi dolaylı vergiler ağırlıklıdır ve bu önemli risklere yol açmaktadır. Ekonominin yüzde 30’u hala kayıt dışıdır. Ancak bugünkü dış siyasi ve ekonomik şartlar 2003 – 12 dönemi ile mukayese edilirse, bugünkü ekonomi yönetiminin ateşten bir gömlek giymiş olduğu görülür. Gerçek maharet bu ortamda başarılı olabilmektir. Bugün hala daha Babacan döneminin yükleri sırtımızdadır.
Şimdi size soruyorum: Genç ve yakışıklı siyasetçi Sayın Babacan bir umut olabilir mi?