BÜYÜME, DIŞ TİCARET POLİTİKASI VE DIŞİŞLERİ

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
​Cuma günkü yazımdaki ufak bir hatayı düzelterek başlıyorum.

Cuma günkü yazımdaki ufak bir hatayı düzelterek başlıyorum. Yıllık ortalama %7 büyüme, %2 reel devalüasyon ve %1,5 nüfus artış oranları ile 2039 yılında 20 bin USD kişi başına gelire ulaşabileceğimizi belirtmiş ve düz hesap 2040 yılını hedeflemiştik. Doğrusu şu olacaktır: 2038 yılında 20 bin USD kişi başına gelire ulaşabiliyoruz. Bu trendle 2040 yılında kişi başına gelir 22 bin USD üstüne ulaşmaktadır. Ama psikolojik etkiyi düşünerek proje revizyonunun ismini 2040 Hedefleri koymak makuldür. 

Büyümenin dış pazara yönelik olması gerektiğinden bahsetmiştik. Bunu somut değerlerle ifade etmek gerekir: Eğer, 2040 yılında 2,5 trilyon USD cari milli gelir ve 1 trilyon doların üstünde toplam cari ihracat elde etmek istiyorsak, %7’lik reel büyümenin %4’ü ihracattan gelmeli. Bunun içinde tabii ki hizmet ihracatı kategorisindeki turizm de hesap edilmektedir. Yani her sene toplam milli gelire yapılan katkının %57’si dış talepten kaynaklanmaktadır. Bu büyüklükte bir ihracat artışının kaynağı, tabii ki, dış dünyanın büyüme hızı ve bizim dünya pazarındaki payımızla bağlantılıdır. Burada iki senaryo ortaya koyalım: 

Birinci Senaryo: Türkiye’nin dünya pazarlarındaki payının değişmediği durum;

İkinci Senaryo: Türkiye’nin dünya pazarlarındaki payının arttığı durum; 

Birinci Senaryo’yu esas alırsak dünya ekonomisindeki payımızın artmaması halinde dünyanın 2040 yılına kadar en az ortalama %8 büyüme oranında büyümesi gerekecektir. Bir devlet bir plan ve hedef ortaya koyarken, bu planları hazan rüzgârlarında savrulmaya bırakamaz veya zar atıp düşeş gelmesi için dua etmez. Dünyanın %8 büyümediğini, uzun bir müddet de bu büyüme oranına ulaşamayacağını, hemen hemen bütün araştırma kuruluşları söylemektedir. Dolayısıyla, dünyanın tamamına satış yapsak bile bu bize istediğimiz ihracat artışını sağlayamayacaktır, (NOT: Burada ihracatın %4 büyümesi değil, toplam milli gelirin %7’lik büyümesinde ki %4’ün ihracattan kaynaklandığı varsayılmaktadır ki bu da ihracatın reel olarak ortalama %10 büyümesi anlamına gelir. %2’lik reel devalüasyonu düşersek kabaca %8’lik reel ihracat artışı gerekir.). 

İkinci Senaryoyu baz alırsak, o takdirde, ihtiyacımız olan hızlı ihracat artışının dünyadaki ihracat payımızı yükselterek gerçekleştirileceği açıktır. Türkiye, mevcut durumda, AB’ye aragirdi ve düşük katma değerli mal satmakta, Ortadoğu’daki şeyh ve ağalara (başta Kuzey Irak’ta Barzani aşireti olmak üzere) taahhüt hizmeti sunmakta, Alman ve Rus turistlere neredeyse sıfır dışsallık sağlayan paket turizm hizmeti sunmaktadır. Bu profille beklenen ihracat artışı sağlanamaz. Burada ben, “Teknolojik yeniliklerin olduğunu varsaymadan, mevcut şartlarda nasıl ihracat gelirini arttırabiliriz?”, sorusuna cevap vermeye çalışıyorum. Teknolojik Yenilik ayrı bir yazı konusudur… Türkiye’nin gündeminde hiç dikkate almadığı bir ihracat pazarı bulunmaktadır: Çin… Biz bu güne kadar, bu ülkeyi bir pazar – müşteri olarak değil ihracatta rakip olarak gördük. Bu bakış açısının değişmesi gerekir. Öte yandan AB’yle iktisadi ilişkileri koparalım demek de ahmaklık olur. AB’yi bir siyasi proje olarak değerlendirmek ne kadar yanlış ve Türk kimliğine ve Türkiye Cumhuriyeti değerlerine aykırıysa, AB ile bütün iktisadi ilişkilerimiz donduralım demek de o kadar yanlıştır.

Kabaca duruma göz atacak olursak, AB 400 milyon nüfus, ortalama 40 bin USD kişi başına gelir ile yuvarlak hesap 16 trilyon USD’lik bir pazardır. Çin ise 1,348 milyarlık nüfus ve düz hesap 8 bin USD’lik kişi başına gelirle 10,83 trilyon USD’lik bir pazardır. AB zengin ve lüks malları satın alabilecek, 1995’ten bu yana Gümrük Birliği içinde olduğumuz ve şu sıralarda Gümrük Birliği anlaşmasını her iki tarafın menfaatlerini gözetecek şekilde revize ettiğimiz bir iktisadi bölgedir. Herkesin bildiği gibi, AB’nin kalbi ve beyni de Almanya’dır. Bu pazara daha yüksek kaliteli, tasarım ve beşeri sermaye yoğun malları ihraç etmek hedef olarak belirlenmelidir. Mevcut durumda biz ne yapıyoruz? Çin ve Hindistan gibi niteliksiz iş gücü yoğun ülkelerle AB’ye katma değeri düşük mal ihracında yarışıyoruz. Onlar işçilerini karın tokluğuna çalıştırarak ihracat yaparken, biz Gümrük Birliği’nin sağladığı avantajlardan istifade ediyoruz. Halbuki, AB’ye çok daha teknoloji ve beşeri sermaye yoğun mallar satılabilir. Türkiye’nin bunu sağlayacak birikim ve beşeri sermaye donanımı mevcuttur. 

Öte yandan, Çin üç parçalı bir ülkedir. 80 milyon insan (bir Türkiye) kişi başı 44 bin USD civarında gelire sahiptir, yani AB ortalaması ayarındadır. 600 milyon insan (yaklaşık sekiz Türkiye) kişi başına 10 bin USD gelire sahiptir, yani Türkiye ayarındadır. Geri kalan 670 milyon insan (yaklaşık dokuz Türkiye) ise 2000 USD gelire sahiptir, yani yaklaşık Pakistan ayarındadır. Bu ülkede hızlı büyümenin sonucunda ortaya çıkan her türlü tüketim talebi çok yüksektir. Bizim, özellikle giyim ve gıda sektörümüz, tarım sektörümüz buradan çok rahat sebeplenebilir. Amaç 600 milyonluk Türkiye ayarındaki ana kitledir. Bugüne kadar böyle bir hedef çizilmemesinin temel sebebi Türkiye’nin Gümrük Birliği ile elinin ayağının bağlanmasıdır. Gümrük Birliği revize edilirken ikili serbest ticaret anlaşmalarında bağımsız davranabilme ayrıcalığına sahip olmamız çok önemlidir. 

Bütün bu hedefleri çizdik, pekiyi, dış politikanın da bu amaçlar yönünde şekillenmesi gerekmez mi? Elbette… Ciddi bir devlet bütün farklı politikalarını belli bir milli amaca sevk eder Her şeyden önce, Dış Politika’nın bir uzlaşma sanatı olduğunu ve çevrenizdeki komşularınız ve dünyadaki ortaklarınızla sürekli kavga ederek uzlaşmaya varamayacağınız gerçeğini unutmamalıyız. 

Soğuk Savaş Dünyası’nda Dışişlerimiz NATO’nun şubesi gibi davranmıştır. O dönemde, Dış Politikamız açısından Batı dışında bir dünya yoktur, hele iktisadi hedefler gibi gereksiz konularla hiç iştigal etmemişlerdir. AET’ye göbekten bağlanalım da (nerede kaldı Kuvva-yi Milliye ve Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi)  ne olursa olsun havasındaydık. Şimdi ise, bir Orta Doğu hayranlığı aldı başını gidiyor. Evet, kültürel yakınlık içinde bulunduğumuz ülkelerle dost olalım, fakirlere yardım edelim, Orta Doğu’da barışı sağlamaya çalışalım… Ama bunlar, gündemin ana unsuru olmamalıdır. Türkiye’nin hem AB’ye hem de Shanghai Dünyası’na ihtiyacı vardır. Orta Doğu’da ise, ABD’nin kuklası şeyhlikler ve ağalıklardan başka bir şey çok bulamazsınız. Buralar ancak müteahhitlerimizin karnını doyurur, ihracatçılarımızın değil.

Sayın Cumhurbaşkanı’mızın “yeniden büyük Türkiye” ve “bölgesel güç Türkiye” hedeflerine can-ı gönülden iştirak ediyorum… Bu hedeflere ulaşmak için de ne yapmamız gerekeceğini tartışmaya devam edeceğiz…