Kamu işletmeciliği ve özelleştirme ilkeleri - I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Geçen yazıda Kent Lokantaları örneği üzerinden kamu işletmeciliğinin özel işletmecilik gibi değerlendirilmemesi gerektiğinden bahsetmiştim. Bunlardan bahsederken liberal iktisadın rekabet ile neyi kastettiğini ve bunun neden sanayileşmiş toplumlarda pek mümkün olmadığını da açıklamıştım. Bir de liberal görüşlü iktisatçıların emek piyasasına bakışının ne denli çarpık olduğunu söylemiştim.

Elbette kamu işletmeciliği denince birçok insanımızın aklına yolsuzluk, hırsızlık, israf ve verimsizlik gelmektedir. Bu yüzden insanlarımızın çoğu -yanlış bir ölçüyle- kamu işletmeciliğine karşı ve özelleştirmeye taraftar olmaktadır. Kolay değil, 1980’lerden bu yana 40 yılı aşkın bir süredir vatandaşımıza özelleştirme lehine ve kamu işletmeciliği aleyhine asimetrik bir haber bombardımanı yapılmaktadır.  Bunda -çok vatanperver ve milliyetçi (!) olduğundan emin olduğum- sayın yazılı ve sözlü medyamızın büyük bir payı vardır. Bu yüzden insanlarımızın önemli bir kısmının bu konuda yanlış yönlendirildiği kanaatindeyim. 

Bugünkü yazıda kamu işletmeciliğinin temel ilkelerinden bahsedeceğim. Daha sonraki yazıda da “Özelleştirme nedir, nasıl yapılır?” sorularını cevaplayacağım. Göreceğiz ki Türkiye’de ne kamu işletmeciliği ne de özelleştirme gereğince ve hakkıyla uygulanmamıştır. 

KAMU FİRMALARINI DEĞERLENDİRME KRİTERLERİ

1. Bir kamu firması üretim yaparken kârı amaçlamaz. Kamu firmasının amacı “Sosyal Refahı” maksimize etmektir. Bu ise firmanın belli bir düzeye kadar zarar edebileceği anlamına gelir. 

2. Bir piyasa da Doğal Tekel şartlarının oluşması kamu firmasının varlığını gerekli kılar. Doğal Tekel’ler genelde kamu firmalarıdır. Burada da ayırıcı nokta özel tekellerin kâr maksimizasyonu için fahiş fiyat koyması, buna rağmen kamu firmalarının kâr amacı gütmemesidir.

3. Bütün ülke bazında ve bütün ulusa yönelik, bölünemez özellikteki kamu mal veya hizmetlerinin üretilmesi her zaman özel firmalar için kârlı veya tatminkâr değilken kamu firması tam da kamu mal veya hizmetini üretmek için kurulur.  Hangi malın kamu malı olduğu hangisinin özel mal olduğu ülkeden ülkeye ve zamandan zamana değişir. Ancak, önemli olan, şartların kamu malı olarak işaretlediği malların sektörlerinde kamu firmasının varlığının gerekliliğidir.

4. Sanayileşme ve kalkınmasını tamamlayamamış ülkelerde ve bu ülkelerin kalkınması için belirli stratejik önemi olan sektörlerde sermaye birikimi oluşturma amaçlı politikalar kamu yatırımlarını gerekli kılar. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’de sermaye birikimi yaratmanın yolunun özel teşebbüsten geçtiği yönündeki azınlık görüşü hemen terk edilmiştir. Bunun en temel sebebi, belirli bir sanayileşme ve şehirleşme seviyesine ulaşamamış ekonomilerde kapitalist üretim biçiminin yerleşmesi ve kurumlaşması zaman almaktadır. Halbuki erken dönem Cumhuriyet Türkiye’si gibi ülkeler gelişmiş ülkelerle aralarındaki farkı kapatmak için hızlı kalkınmak zorundadırlar. Bu da kamu üretimini zorunlu kılmaktadır.

5. Sanat ve amatör spor gibi bazı özellikli işkolları piyasa şartlarında yüksek kaliteli üretim yapamazlar. İnsanlık tarihi boyunca, sanat kolları popüler ve klasik (yüksek) sanat olarak iki kısma ayrılmıştır. Sanatın popüler olan kısmı eğlencelikken, klasik olan sanat yüksek bir kültür ve beğeni seviyesini zorunlu kılmaktadır. Ülkelerin kalkınması için sadece fabrika bacaları değil, fikir ve estetik üreten yaratıcı beyinlere ihtiyaç vardır. Normal piyasa şartlarında geniş kitlelerin talep etmeyeceği ve dolayısıyla kendi kendini idame ettiremeyecek klasik sanat ürünlerini destekleyecek kamu finansmanına gereksinim duyulmaktadır. Yine toplumun zihnî ve bedenî sağlığı ve gençliğin sağlıklı bir sosyalleşme sürecine girmesi için devlet desteğinin amatör spora kaydırılması gerekmektedir. Bütün bunlar bazı hallerde spor ve kültür gibi işkollarında kamu firmalarını gerekli kılabilir.

6. Teknoloji geliştirmek ve yüksek teknolojili alanlarda üretim yapmak büyük miktarda ve uzun vadeli sabit maliyetler içerir. Bu yüzden bu sektörlerde iş yapacak firmalar yüksek miktarda sermayeye ihtiyaç duyarlar. Eğer bir ülke kalkınmasını tamamlamak istiyorsa, teknoloji yarışında geri kalmamalıdır. Ancak firmaları yeterli sermaye birikimine ulaşamamış ekonomilerde bu iş de kamu eliyle yürütülmek zorunda olabilir.     

Bütün bu sayılan kriterler, kamu firmasının temel amacını öne çıkarmaktadır: “kişilerin değil toplumun çıkarına faaliyet göstermek.” Toplumun çıkarını nasıl ölçeriz? İşte size bir milyon dolarlık uzman sorusu… Bu soruya cevabı her görüşten sosyal bilimci kendi zaviyelerinden vermiştir. Ancak iktisat bilimi ölçülemeyecek değerlere göre değil, ölçülebilecek değerlere göre analiz yapar. Bu anlamda bir piyasada iktisatçıların sosyal refah olarak tanımladıkları değer alıcı ve satıcı refahlarının, yani üretici ve tüketici artıklarının, toplamından oluşur. Teorik olarak satıcıların kârları toplamı satıcı refahını, alıcıların tüketim kalite ve miktarı da alıcı refahını oluşturur. Normal şartlarda, rekabet arttıkça satıcı kârları düşer ve alıcı refahı artar. En yüksek toplumsal refah tam rekabetçi piyasa şartlarında oluşur ki satıcı kârı -iktisadi anlamda- sıfırlanırken alıcı refahı maksimum düzeye çıkar. Burada sıfır iktisadi kâr muhasebe değeri olarak sıfır kâr değildir; piyasadaki en düşük risksiz getiri oranında bir kâr oranına karşılık gelir. İşte bir kamu firması piyasada sosyal refahı maksimize etmek için tam rekabetçi fiyatlardan fiyatlama, üretim ve satış yapar. Ancak kamu firması, ki çoğu zaman bunlar kamu tekeli olur, yüksek ölçekten doğan ekstra maliyetleri sebebiyle zarar edebilir. Burada kamu firmasını değerlendirirken en önemli noktaya geliriz: Kamu firmasının yarattığı sosyal refah (alıcı refahı + satıcı kârı toplamı) özel oligopol veya tekellerin yaratacağından daha düşük olmadığı müddetçe kamu firması görevini yerine getirmiş sayılır. Yani “kamu firması zarar ediyor” diye özelleştirilmez, aksine kamu firmasının yüksek kâr etmesi var oluş sebebine aykırıdır. 

TÜRKİYE’DE KAMU İŞLETMECİLİĞİ

12 Eylül Darbesinden sonra Türkiye’de sağ politika bir dönüşüme uğradı: Ehl-i Sünnet sakallı ve Amerikan tıraşlı bir grup iş adamı, türedi zengin ve/veya aydınlatılmış, ABD’yi “Allahsız gomanizlere” karşı müttefik olarak gördüler. Bütün yazılı basın organlarında bir taraftan Türk-İslâm sentezi adıyla kasaba tutuculuğu poh pohlanırken bunların iktisadi doktrini olarak da Rahmetli Cumhurbaşkanı’mız Özal’ın tabiriyle “serbest piyasa ekonomisi” kabul edildi. Rahmetli Özal’a göre, refahı “iş bilen iş bitiren uyanık iş insanları”, yine “işini bilen memurlar” yaratırdı. O dönem yükselen bir trend halindeki Neo-Liberalizmin Reagan ve Thatcher ile beraber en mümtaz simasıydı kendileri. Gariban ahaliye ise dindarlığı kendilerinden menkul abiler cemaat evlerinde “devletçilik gomanizmdir, gomanizm Allahsızlıktır, Allahsız’lar da Cennet’e değil Cehennem’e gider!” diye propaganda yapmaktaydı. Bazı düşün adamları ise “ülkemize demokrasiyi Anadolu’nun irfanı getirecek: açın halkın önünü, yapın özelleştirmeleri!” diyordu. Kamu işletmelerine düşmanlık işte bu dönemde başladı. Hatta İktisat Fakültesi Hocalarından bazıları ülkemizi “son komünist ülke”, “verimsiz ve hantal bürokrasi eliyle fakir bırakılmış ülke” olarak tabir ettiler. 1990’larda “serbest piyasa ekonomisi olmadan demokrasi olmaz”, “PKK’yla barışmadan çağdaş olunmaz” ve “AB’ye girip Kıbrıs’ı vererek özgür olabiliriz” ve benzeri söylemlerle bu argümanlar genişletildi. Esas olan ise, bizim gibi bütün gelişmekte olan ülkelerde milli devletleri zayıflatıp o ülkeleri birer pazar ve yarı sömürge konumuna getirmek isteyen küresel emperyalizmin etkileriydi. Yani bizim yerli ve milli siyasetçilerimiz, yerli ve milli iş adamlarımız kurumlarımızı, mülklerimizi ve tesislerimizi haraç mezat satarak “Osmanlıyı kuracaklarını zannederken” aslında Devlet Bey’in tabiriyle “Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel ve Frank’ın” istediklerini yapıyorlardı. 

Türkiye’de 1980’öncesinde de, sonrasında da hakkıyla bir kamu işletmeciliği yapılmadı. Kamu firmalarının bazıları doğrudan eş – akraba – taallukatın işe alındığı arpalıklar olarak görülmekteydi. Elbette bu kurumlar birer siyasi batık durumuna gelmişti. Öte yandan diğer kamu firmaları ise aşırı kârla çalışmaktaydı. Bunun sebebi de basittir: Hükümetteki siyasiler büyük sermayeyi, zengin ve kodamanları vergilendirmektense, büyük KİT’leri aşırı kârla çalıştırıp açığı bu şekilde kapatıyorlardı. Yani, her iki durumda da, KİT’ler kamu işletmeciliği ilkelerine göre çalışmıyordu. Rahmetli Özal ve ABD’li müttefikleri bu zafiyeti de kullandılar: Cumhuriyet’in işletme ve fabrikaları milletin sırtına yüktü, onlara göre. Bu trend 2000 yıllarda Sayın Cumhurbaşkanı ve onun Maliye Bakanları Unakıtan, Babacan ve Şimşek tarafından hızlandırılarak devam etti. Sonuçta, artık özelleştirilecek bir yer de kalmadı pek… 

Pekiyi özelleştirme ne zaman ve nasıl yapılmalı? Bir sonraki yazıda cevaplarız…