Küreselleşme ile yok farz edilen, aynılaştırılan ve nesneleştirilen nesil üzerinden, "butik" kavramıyla ve "kişisel gelişim" oyunlarıyla bir "sahte özne" ortaya çıkartma oyunu oynanıyor.
Önce “Y Kuşağı” çıktı. Alfabenin daha önceki harfleri ve daha önce bir kuşak yokmuş gibi, Y Kuşağı lafını ağzımıza doladılar. Sanki bu kuşak gökten inmişti ve daha öncesi yoktu. Elbette bu kuşağa “Y” adının verilmesinin rasyonel bir sebebi vardı. “Y” harfi İngilizcede “vaay” diye okunur. Aynı şekilde okunan başka bir İngilizce kelime var: “Why”. Türkçesi “neden” ya da “niçin” demektir.
Y kuşağı mensupları artık “nasıl” sorusunu değil, “neden” sorusunu soruyordu. Sorguluyordu, yargılıyordu, eleştiriyordu. Sebep-sonuç ilişkisi kurulmasını istiyordu.
Sonra başka bir kuşak ismi sundular piyasaya ve ticârî bir ürün gibi pazarladılar. Bu yeni kuşağa verilecek en popüler isim, Latin alfabesinde “Y” harfinden sonra gelen “Z” harfi idi. Latin alfabesi dünyânın tek alfabesi değildi oysa. Başka alfabelerden başka harfler, isim yapılabilirdi. Mesela Arap alfabesi “Y” ile bitiyordu. Başa dönülürse bir sonraki kuşağa “Elif kuşağı” denebilirdi. Ama denmedi. Batı, emperyalist ve tek tipçi, ben-merkezli yüzünü kullandığı alfabede de gösterdi. İş oldu bittiye geldi ve şu anda ergen ve genç yetişkinlik yaşlarında olanların boynuna “Z Kuşağı yaftası” asılmış oldu.
Nasıl bir mühendislik?
Neden Latin alfabesindeki harf sırası esas alınıyor, sorusu sorulmayıp kabullenilmesi sağlanınca sürecin hazırlık aşaması geçilmiş oldu. Artık isim konulmuştu ve bu sürecin yönlendiricisi ve sâhibi, bu adı koyan güç olmuştu.
Bu gücün atmak istediği daha sonraki ve esas adım, yine içi o güç tarafından doldurulan “gerçeklik-sonrası” (post-truth) diye anılan dönemin aktörlerine kimlik vermekti. Vatandaşına kimlik verip ona sâhip çıkan devlet gibi, moderniteden iltica eden kuşağa kucak açmak ve ona yeni bir kimlik vermek gerekiyordu. Öyle de yapıldı. Kişiliği olup olmadığını bakılmadan bu kuşağın adı üzerinden kimliği oluşturuldu. Daha önceki kuşaklardan kopuk, ayrı ve farklı olduğu daha öncesindeki harf kullanılmadan verilen harfle gösterildi.
Küreselleşme ile yok farz edilen, aynılaştırılan ve nesneleştirilen nesil üzerinden, “butik” kavramıyla ve “kişisel gelişim” oyunlarıyla bir “sahte özne” ortaya çıkartma oyunu oynanıyor. Bu oyunun adı “kimliksel toplum mühendisliği”dir. Bu oyunun kurallarını Z Kuşağı belirlemedi. Kendi adını koyamayan bir neslin bunu yapması mümkün değildi zâten.
Kimliksizlik girdabında başı dönen, daha önceki kimlikleri reddederse kendi kimliğini bulacağı telkin edilen Z Kuşağı, muğlak bir kimlik tanımı içinde bu oyunun değil kurucusu oyuncusu bile olamazdı. Olsa olsa nesnesi, malzemesi, âlet edevâtı olabilirdi. Bugün karşımızdaki toplumsal manzara bunu gösteriyor.
Kendi bulması gereken kimliği, kendi kurması gereken kişiliği bakkaldan anılan yoğurt gibi hazır buldu önünde. Senaryoya doğaçlama yapan aktör veya aktrist bile daha özgürdü.
Epizodik bellek
Yüzyılın başında “milenyum çocukları”, “indigo çocuklar” gibi adlandırmalarla daha doğmadan “mesih” ilan edilen Z Kuşağı’nın geçmişten kopukluğu, epizodik belleklerinin boş olmasını ve dolmasına gerek olmadığını telkin etti. Oysa geleceğe bakmak, simülasyon yapmak için epizodik belleğin dolu olması gerekiyordu. Ama onların geçmişten öğrenecek hiçbir şeyleri yoktu. Geçmişe kasıtlı bir körlük içine girdiler. Moğolların Bağdat’ta, İspanyolların Endülüs’te, Sırpların Bosna’da yaktıkları kütüphanelerle yok olan bilgi birikiminden daha büyük bir kayıptı bu körlük.
Pembe şartlandırma
“Vaaz dinlemek istemiyorum”, “Anlamak değil anlaşılmak istiyorum” diyen nesle Z Kuşağı adını veren güç, “Sen farklısın”, Sen önceki nesillere hiç benzemiyorsun”, “Önceki neslin doğruları işe yaramaz”, “Sen her şeyi yeniden kuracaksın” gibi süslü cümlelerle şartlandırdığı bu neslin sorduğu “Peki ben kimim?” sorusuna “Z Kuşağının özellikleri” gibi görünüşte son derece mâsum şu tanımlamalarla cevap vermektedir:
Z Kuşağı teknolojinin verdiği güce dayanarak hızlı ve analitik düşünür. Bireysel becerileri yüksektir. Özgüveni (aslında ukalalık) çok yüksektir. Özgürlüğüne düşkündür. Konfor alanından tâviz vermez. Her şeyi başarabileceğine inanır. Sloganları “İmkânsız diye bir şey yoktur”. Toplumsallaşmaya uzaktır. Kuralları bağlayıcı bulmaz. Çaba ve emek harcamaz. Özverili değildir. Bilgiye hızlı ulaştığı gibi hayâtı hızlı yaşar. Çabuk sıkılır. İstekleri net değildir ama isteklerinde ısrarcıdır.
Bu özelliklerin en tarafsız bakan göz için bile suistimâle açık olduğu bellidir. Sanal gerçekliğin baskın olduğu teknolojik ortamlar çerçevesinden bakınca yakın gelecekten hakikatten uzak bir nesil söz konusudur. Dolayısıyla etkin olacakları toplumun da acı gerçeklerin kucağına düşmesi kaçınılmazdır. Bu gerçekler, ulus-devlet sınırlarını aşacağı için, “bu ülkede yaşanmaz” deyip başka bir ülkeye giderek sorunlardan kurtulamayacaklar. Çünkü bu bakış açısının “bu ülkede yaşanmaz”dan sonra geleceği nokta, “bu gezegende yaşanmaz” olacaktır. Bunun pembe şartlandırması da Jeff Bezos, Richard Branson gibi zenginlerin yaptığı uzay yolculukları, Elon Musk’ın “Mars’a gömülme hedefi” gibi örneklerle yapılmaktadır.
Yürü be koçum!
Bu kimliksel toplum mühendisliğinin karşılığı âmiyene tâbirle “yürü be koçum” deyip gaz vermektir. Bu gazın nelere mâl olabileceğinin en somut örneklerinden biri Gezi Olayları’nda yüzlerce dükkân, binlerce araç ve hatta onlarca ambulansın tahrip edilmesidir.
Şu olgu akıllardan çıkmamalıdır ki bir yarış arabasını hızlandırmaktan daha önemli olan donanım, bu aracı durduracak veya hızını kontrol edecek fren sistemidir. Oysa kimliksel toplum mühendisliğinin nesnesi olan Z Kuşağı’nın gaz pedalı vardır ama fren pedalı yoktur.