Bu hayat tarzı bizden cep telefonumuzun şarjını her zaman dolu ve telefonumuzu 7/24 saat açık tutmamızı bekliyor.
Kiminle konuşsak hem çok işi var, hem de işler bitmiyor. Telefon ettiğimizde karşı taraf ya başka biriyle konuşuyor ya da meşgûle atıyor. Sabah akşama, gece gündüze karışmış durumdadır. Hafta sonu iki gün tâtil yapmak için, hafta içi beş gün çalışıyoruz ama hafta sonları bile “çok işimiz var”.
Bu hayat tarzı bizden cep telefonumuzun şarjını her zaman dolu ve telefonumuzu 7/24 saat açık tutmamızı bekliyor. Telefonumuz yanımızda yokken kendimizi “çıplak” hissediyoruz. “Sınırsız internet” ile “24 saat”lik bir günü” sınırsız(!) yaşıyoruz. Ama bunu kendi rızâmızla yapıp yapmadığımızdan emin değiliz. Bir gözümüzle elimizden bırakamadığımız cep telefonuna gelen mesajı kontrol etmeden duramıyoruz.
Ancak bu bitmeyen işler yüzünden bir türlü yeterli olmayan zamânın getirdiği yorgunluğumuzu, telefonumuzun şarjını doldurmak kadar kolay gideremiyoruz. Doping alan sporcunun vücûdunun bir süre sonra iflas etmesi gibi, hem fizikî hem de ruhî açıdan bitkin düşüyoruz. Dinlenmemiz için sunulan seçenekler ise bizi bu yorgunluğun daha da içine çekiyor. Kısacası zamânı yaşayış şeklimiz bizi “zaman yorgunu” yapıyor.
Oysa dünya milyonlarca yıldır kendi etrâfındaki dönüşünü yirmi dört saatte tamamlıyor. Yâni kronolojik olarak günler hâlâ yirmi dört saat, ama artık yetmiyor, çünkü zaman anlayışımız değişti. Ne doğanın düzenine ne de kültürümüze göre yaşamıyoruz. Doğa, güneşin doğuş ve batışına tâbi olarak yatıp kalkarken, biz kalmak için alarm kuruyoruz. Yaşarken yoruluyoruz ve dinlenmeye fırsat bulamıyoruz.
Bütün bu çelişkiyi ve hemgâmeyi Ahmet Haşim tam yüz yıl önce, 16 Mayıs 1921 târihli Dergâh Dergisi’nde yayınlanan “Müslüman Saati” başlıklı yazısında şöyle tespit ve teşhis etmiş:
Müslüman Saati(*)
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayâtımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamânı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihâyetini akşamın ziyâları tâyin eder. Mâdenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski mâsum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münâsebetdâr bir hesâba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sâhiplerini, zamandan takrîbî bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi.
Zaman, nâmütenahî bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola mâil, güneşe rengârenk çiçeklerdi. Ecnebî saati iptilâsından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkâtın kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar hâlinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyâda başlayıp ziyâda biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakalarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi astronomik hesabâta göre, bu “saat” iptidâî ve hatâlı bir saatti, fakat bu saat hâtırâtın kudsî saatiydi. Güneş saatini âdetlerimiz ve işlerimizde kabûlü ve ezânî saatin geri safa düşüp câmilere, türbelere ve muvakkıthânelere terk edilmiş bir “eski saat” hâline gelişi, hayâtı tarz-ı rüyetimizin üzerinde vahîm bir tesiri hâiz olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayâtı etrâfımızda serbest bırakan geniş lâkayt dostlardı. Gelen yabancılar ise hayâtımızı onu meçhûl bir düstûra göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hâle getirdiler. Yeni “ölçü”, bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zîr ü zeber (harap) ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücûda getirdi. Bu Müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve kātilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihâyetsiz günüdür.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyâde hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm bir zamânı bildiren bu saat, şimdi hayâtımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının mahzun ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maîşet şekli de bizi fecr âleminden mehcûr bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin, ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyâdır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyâsız bir uykunun nihâyeti ve yıkanma, ibâdet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.
Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minâreleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânâyı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer câmiler, fecrden itibâren semâvî bir altın ve semâvî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının nâtamam eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan câmidir. Bakır oklu minâreler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Bir çoklarımız için fecir, artık gecedir ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayâtımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
(*) Ahmet Hâşim’in bu yazısı için Sezai Karakoç şu yorumu yapmıştır: “Haddimi aşan bir yorum yapmış olmayayım ama bu yazı Ahmet Haşim’in cennete girme vesilesidir.”