Kendini bilen Rabbini biliyorsa, her an yeniden bir oluş halinde olan Allah'ın, kullarının da daim bir anlama, düşünme, akletme halinde olması gerekir.

Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağzım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…

Kendini bilen Rabbini biliyorsa, her an yeniden bir oluş halinde olan Allah’ın, kullarının da daim bir anlama, düşünme, akletme halinde olması gerekir.

Ruhunu özgür bırak

Ruhumuzdur bizimle konuşan. Can kafesimizdeki canın ruhudur o ruh. Onun için en zor şeydir bu kafeste hapsolmak. Ama emir büyük yerden! Bir süreliğine, bu dünya denilen yere, üstelik bir de can kafesi denilen âlemin içindeki, başka bir aleme hapsolmuşuz. Katman katman ruhumuz. Derin mi derin. Ahhh eder inler çünkü maziyi özler. Bir de geleceği gözler. An’ından kopmuş vaziyette esir kalır zamana. Bak ne diyor Hazreti Pîr, göç, kon, ak…

Durup düşünüyor ve bu yukarıdaki dizeleri defalarca aklımın en kuytu köşelerinde gezdiriyorum, belki bir cevap alırım diye. Ne zor insanın ezberlerinden kurtulmaya, alıştıklarından sıyrılmaya, adeta can kafesinin içinde debelenip durmaya razı kalmaya. Kuşlar gibi hafif olmak için ezberlerine kul olma, yeniden şekil ver canına, belki bir kuş belki de bir tay ol. Onlar gibi uç, koş özgürce. O zaman can, kafesinde sıkılmaz, ruhunu özgürleştirirsin.

Dünden sıyrıl, geleceği bırak

İpucu veriyor Hazreti Mevlâna, düne takılma, takıntılarında boğulma diyor. Bugün Ruh bilimcileri de Mevlâna ile aynı şeyleri söylemiyorlar mı? Dünde takılıp kalmışların; taassup, ketum, yalnızlık dertleri ile dermansızlık içinde kıvranmıyorlar mı?

İnsan içinde koca bir âlemle dolaşıyor şu yeryüzünde. Ama kendini bilmeden eski sözleri durmadan fısıldıyor kendine. Deli demezler mi adama? İçindeki suya hep aynı şeyleri söyleme ki suyun bulanmasın. Akışkanlığını kaybetmesin. Yeni sözler seni diriltir, ruhunu doğrultur. Gelecek endişesini taşıma. O çok ağır bir hamallıktır. Omuzlarına yükler biner, kalbine is siner. Bugünü göremeden göçer gidersin. Hazreti Mevlâna, büyük alim ve sultan bize apaçık bir şekilde kendimizdeki varlığı diri tutmaya çağırıyor. O yüzden doğadan örnekleri sıkça kullanıyor. Yapraklar sararır, düşer rüzgârla birlikte, başka yerlere savrulurlar çürüyüp toprağa gübre olurlar. Kış mevsimi; yağmur, kar geçer yeniden ısınır hava ve dallar tomurcuklanır, yeşerir. Hiçbir şey olduğu gibi aynı kalmaz. İnsanda öyledir, ezberlerinle sen sen değilsin. Hazreti Pir adeta benim söylediklerimi de ezberlemeyin diyor. Doğruyu tasdik etsek de tahakkuk ettirmedikten sonra doğrunun ne faydası var. İlaç haline gelmeyen bir sözün kime ne şifası olacaktır.

Menkıbeleri eski hikâyeleri olduğu gibi tekrarlamak günümüz insanının ruhuna şifa vermez. Kalbe dokunmak ve bilgi birikimin dışında sevgi, şefkat merhamet gerektirir. Böylece bir harfin bir kelimenin ve bir cümlenin hakkını vereceksin. Sözlerini günümüz insanımızın yaralarına merhem, sadra şifa bileceksin. Doğru iletişim kurmak ve derman olabilmek için, hakikati bugünün araçları ile yeniden keşfedeceksin. Alemi şuhud ve alemi gayp hepsi birlikte Allah’ı zikreder. Kim ki bu birliğe iştirak eder, Allah onu sever. Can kafesindeki canlar hakikatle dirilir. Hakikat zerk edildikçe de sözün özü idrak edilir vesselam.

ÇÖLDE BİTEN RAHMET AĞACI

Bu mübarek ramazan ayı bitmeden hemen ‘Çölde biten rahmet ağacı’ kitabını edinip okuyun. Ben üçüncü kez okuyorum. Özellikle içinde bulunduğumuz bu rahmet ayında okumak bambaşka hisler uyandırıyor. 1964 yılında vefat etmiş olan yazar Safiye Erol’un birçok kitabı var. Ancak bu kitap bambaşka bir şey. Peygamberimizi ve diğer peygamberleri de kadın hissedişiyle yazması müthiş bir deneyim olmalı. İnsana gıbta ettiren bir üslup ile kaleme aldığı İslam dininin önemli şahsiyetlerindeki ifade edişleri bu satırlarda inanın anlatmam mümkün değil. Bir Hazreti Hatice bölümü var ki nasıl diyeyim adeta film izler gibi sahneler gözünüzde canlanıyor o devre gidiyor ve dışarıdan izliyorsunuz; tüyleriniz diken diken olarak. Kendinize bir iyilik yapıp kitabı edinin ne demek istediğimi o zaman anlayacaksınız. Hayırlı ramazanlar diliyorum. Lütfen okuduktan sonra fikirlerinizi paylaşmayı unutmayın.

TAM ORTASINDAYIZ HAYATIN

Nisan yağmurlarının tam ortasındayız. Nisan yağmurları berekettir, şifadır. Yağmur yağıyor usul usul ama sen yoksun. Gönlümde yerini arıyorum. Her tarafı kaplamışsın, sürekli sana çarpıyorum. Evde terliklerinin yerini bile değiştirmedim. Bıraktığın gibi aynı yerde duruyorlar. Gelecektin zaten iki üç güne. Olmadı uzadı işlerin. Bayramı bekliyorum. Bu sefer gerçekten bayram olsun. Çocuklarımız ve biz; hayat aile olunca bambaşka sorgulanıyor. Çocuklar büyüyor. Sen onları şekillendirdim zannediyorsun, bir bakıyorsun bambaşka biri olmuş çıkıp gidiyorlar senden. Anlıyorsun ki sadece sen ve ben buradayız. Sızım sızım yağıyor mübarek, tam da ramazan ayının ortasına yaklaşırken. Ömrünün ortasında fark ediyorsun hayat bizi yoğurmuş bunca zaman. Oraya buraya koştururken, ona buna laf anlatırken tam da dengeyi bulmaya çalışırken geçip gitmiş zaman. Tam da orta yolu bulmaya çalışırken insan hayatı ortada bırakıp gidiyor işte. Tam da bu yüzden bir şeye fazla üzülme fazla sevinme fazla da beklentin olmasın. Hayatın tam ortasından ne sağa ne sola düşmeden yürümeye çalış. Ne yapıyorsan neyi başarıyorsan karşılığını zaten verecek olan Rahman’dır. Ondan başka da bu alemde ne güvenilecek ne de sığınılacak başka bir liman vardır.

GÖKÇE KURT ELİTEZ

HİKAYE ANLATMA SANATI

İnsanlık var olduğundan beri kendi varlığını, kültürünü, inançlarını, yaşamını, duygu ve düşüncelerini anlatmaya ihtiyaç duymuştur. Bu anlatma ihtiyacını ilk insandan bu yana görmekteyiz. İnsan kimi zaman mağara duvarına çizdiği resimlerle anlatmıştır. Bazen de bedenini kullanarak anlatmıştır. Sözün ötesinde anlatma hali, sanatın var oluşunun en temel unsurlarından biridir. Devinen insan, mağara duvarına çizen insan, sözü var eden insandır. Bu da anlatı halinin sonsuz yaratımını sağlamış ve duygu, düşüncelerini aktardıkça arınmış, yaşamla, doğayla, kendisi ve çevresi ile anlatarak bağ kurmuştur. Bu da insanlık kültürünün oluşumunu sağlamıştır.

Varlığını kanıtlaması için sözün gücü ile birleşmiştir. Dilin gelişimi ve iletişimin en temel ihtiyacı anlatma isteğidir. Bu arayış ve ihtiyaç sözlü kültürün en temel yapısını oluşturmaktadır. Anlam arayışı içinde olan insanlık yüzyıllardır kendini ve yaşamı destanlarla, efsanelerle, mitolojik imgelerle, masallarla ifade etmiştir. Bu da sözlü kültürün dilden dile aktarılmasıyla insanlığa ait en büyük kolektif ağın oluşumuna gebe kalmıştır. Anlam arayışı, sonsuz hayatın ifadesi, ölümsüzlük dilekleri, doğanın döngüsel işleyişi, yaşamın dengesi sözlü kültürün içinde ritüellerle, mitlerle her an yeniden deneyimleyerek dönüşmüş, nesiller boyunca bir sonraki evreye geçerken, nesilleri beslemiş ve insanlık tarihinin sözlü kültürünün oluşumuna vesile olmuştur. İlk insandan bu yana anlatma sanatı var olmuş. Ve sözlü kültür aracı ile bir sonraki nesil arasında güçlü, örük, iç içe geçmiş, bir yumak misali güçlü bir ağ oluşturmuş, kolektif yapının örülmesine söz katkı sağlayarak evvel ve şimdi ile güçlü bir köprü oluşturmuştur. İnsanlık tarihi sözlü kültürün içinde dünü, bugünü birleştirmiş ve zamansızlık, mekansızlığı hikayelerin ve imgelerin gücü ile var etmiştir. Evvel ve şimdi bir hikaye içinde birlenmiş, kolektif imge gücüyle insan hikayenin içinde yolculuk etmektedir. Bunun bu kadar güçlü ve sanki kendiliğinden oluşması, insanlığın ortak sembol, imge, duygu, kültürel kodları ile ilişikli olmasındandır. Fantazya sayılan bir hikaye ile insanlık kendi bireysel hikayesi ile yüzleşerek dinlemeye, anlatmaya devam etmektedir. Bu güçlü ihtiyaçtan dolayı her çağda sözlü kültür gündelik hayatın içinde varlığını sürdürmüştür. Günümüz teknoloji ve modern çağında bile bağlantı kurmak için hala hikayelere ve sözün var ettiği fantazya dünyasına ihtiyaç vardır. İnsan sosyal bir varlıktır ve kendi varlığını bir başka varlıkla kanıtlarken, sözün gücü ile de hikayesini paylaşmaya hep ihtiyaç duymuştur.

SÖZÜN BÜYÜSÜ

Söz, bir büyü gibi insanların sevinçlerini, acılarını, özlemlerini, aşklarını, kederlerini anlattıkça, paylaştıkça büyümesine ve bitirmesine vesile olmuştur. Bu yüzden de insan daima sözün büyüsü etkisinde varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Yaşam bir masaldır. İnsan da daim anlatıcısıdır. Anlattıkça özgürleştiğini hisseden insan sözünü hayatla, hayatı hayalle birleştirip kolektif bir birliktelikle aktarıldıkça, demlendikçe, ayıklandıkça sözün özü, insanın arayışı ve arzusu hikaye olup sözlü kültürün içinde varlığını sürdürmektedir. Bu bazen bir dinsel ritüelde, bazen bir rüyada, bazen bir masalın içinde, batıl denilen geleneklerde, eylemlerde, renklerde, sayılarda, mekanlarda ve daima insanda varlığını sürdürmektedir. Sözün aktarımını sağlayan insandır. Hikayenin kalıcılığı ve sözlü kültürün gücü ve geleneğin oluşumunda bu tekrar eden etkenler devamlığın en önemli etkenidir. İnsanın arayışını, yolculuğunu, duygularını, yaşamını anlatan bu anlatılar, sözler asırlar boyunca toplumun gelişmesinde, kültürel olarak güçlenip, yine insana pusula olup, yol gösterici olması için en önemli görevi olmuştur.

İnsanlık tarihi boyunca sözün ve sözlü kültürün bu kadar etkili olması hikayenin kolektif yapısına bağlıdır. Sözün gücü kadar anlatan da önemli olmuştur. Sözlü kültürün yaşayan kahramanları anlatıcılardır. Hikaye anlatıcısı kullandığı, dil, üslup ve tavırla toplum üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Anlatıcılar daima yaşadıkları dönemin önemli halk kahramanları olmuşlar, sözlü kültüre katkı sağlamışlardır. Anlattıkları pek çok hikaye insanların arzuları, dertleri, acıları üzerine olmuştur. Hikayeler zaman içinde toplumsal sınıflara, ötekileşmeye, yönetime karşı da olmuş ve bütün bu uçlar arasında ortak bir köprü kurmaya devam etmiştir. Toplumlar hikayeler ve anlatılar sayesinde daima kim olduklarını, tarihlerini hatırlamaya devam etmişlerdir.

Sözlü kültürden yazılı kültüre geçişte bu hikayeler kayıt edilip, yazılsa da anlatılmaya başladığında yeniden başka bir boyut kazanırlar. Ancak bir hikaye onu üfleyen, söze can veren ruhuyla anlatan bir anlatıcı vesilesiyle başka ruhlara ve kalplere ulaşır. Bu da bir hikaye aynı da olsa, her anlatışta yeniden, bambaşka bir hal almasının en iyi örneklerindendir. Çünkü anlatan kendiyle, bulunduğu yerle, dinleyenle, o an olan ihtiyaç ile hikayenin iskeleti aynı da kalsa niceliği değiştirmiştir. Bu da yıllarca aynı hikayelerin tekrar tekrar dinlenmesinin en önemli etkisidir. İskelet aynı olsa da hatırlayan, işiten, ve ihtiyaç daima değişkendir. Hiçbir şey, söz bile aynı değildir. Hayat ve zamanla birlikte sözün de dönüşmesi böyle gerçekleşmiştir.

BİRSEL ALVER YAZICI

HATIRLA BENİ

OLMADI BENİM ORUÇ

Elimde o eski albümün sarımtırak jelatininden zorla söküp aldığım ardı damarlı o eski fotoğraf. İşte oradasın ne yakınız, sen allar giymişsin bense sephia bir fotoğraf gibi duruyorum annemle babamın arasında, özlemişim yine o yolları tepiyorum, biraz daha yürüsem sanki sana döneceğim. Biraz daha yürüsem yeniden çocuk olacağım sanki.

O zengin madamın kiracısı olmak senin gibi bizim için de ayrıcalıktı. Yabancıydın nereden gelmiştin hatırlamıyorum, garip senin yabancı olduğunu hatırlayan kimse de yok benden başka.

Sanki, bazen sen benim kendime uydurduğum bir masalmışsın gibi geliyor bana, o şiirdeki gibi hatırlıyorum seni. Adının telaffuzu kolay olsun diye Türkçeye en yakın olanlardan birini seçmiştin. Biz Fahriye derdik, sen ne güzel bir komşu olurdun bize. Çikolata kokan tütün içerdin, heveslendirirdin bizi, inceciktin, elin ayağın ufacıktı…

Bir gün bize özenmiştin, nasıl oruç tuttuğumuzu merak etmiş uzun uzun konuşmuştunuz kavak ağacının altında. Daha ilk oruca haftalar vardı. Sen bizimkilerle bir olup kadayıf kesmiş, yufka pişirmiştin… Öyle özenmiş öyle özenmiştin ki, kıvırcık saçlarının üstüne doladığın yazmayla İspanyol dansçılarına benzemiştin yufkaları katlayıp keserken. Bir eğrini bir doğru düzeltir kendine kızman bizi kahkahaya boğardı.

Her haline alışıktık, öyle güzel bir enerji yayardın ki etrafına sanki dev bir mıknatıs yutmuştun da kendine çekiyordun herkesi.

Oruçla kafayı bozmuştun.

“Yani hiçbir şey yemeyeceğiz değil mi “ sorusunu defalarca sorup nihayetinde bizimle sahura kalktın seni sahurda evde gördüğüme hayli şaşırmıştım, ama hoşuma da gitmişti.

Oruç tuttun, merakına yenilip oruç tutmayı tecrübe ettin, devrilip duruyordun, bisküviler, krakerler sayıklıyordun, sen orucu değil de oruç seni tutmuş gibi görünürdü. Açlıktan gözlerimizin ışıldadığını söylerdin, öyle de olurdu gerçekten acıktıkça daha daha ışıldardı gözlerimiz…

Orucunu suyla açıp, canın en çok ne istediyse hazır eder, onu yerdin iftarda, ne çay arardın ne çorba…

Bir gün okuldan dönerken çok tanıdık bir koku geldi burnuma oturdu. Sen kendi bahçende oturmuş çikolata kokan tütününden içiyordun, keşke sadece o olsa masan buzlu sularla, fincan fincan kahvelerle doluydu. Şaşırmıştım, gece sahurdaydık çünkü sen oruca niyet etmiştin.

“ Ne o Fahriye Abla, bugün oruç yok mu ?” dediğimde

“Olmaz mı vaaa tabeee” demiş gülümsemiştin.

“Nasıl var, tütünle, kahveyle, ooooo bozuldu senin orucun” dediğimde kızmıştın gözlerin dolmuştu.

“Ama ben sabah beri yemedi” dedin

“Ama içiyorsun o da orucu bozar” dediğimde üzüldün, sinirlendin. Senin hışmına ilk o zaman şahit olmuştum. Nerdeyse devrilecektin, bir şeye karşı pişmanlık yaşıyordun. Seni perişan eden bir şey vardı. Yutkundun, çıkardın ağzındaki baklayı.

“Ama kuzum demedi siz içmek yok, ben sadece yemedi ondan,…şimdi olmadı benim oruç”

Gülmüştüm, sana olmadı demeye dilim varmamıştı. Olmuştu be, sen temiz bir kalple safça bir oruca niyet etmiştin. Biz yeme demiştik, sende yememiştin. Biz sana içme dememiştik ki…

Sen beni ramazan aylarında, çikolata kokan sokaklarda kaybolmuş biri gibi hatırla sevgili okur. Ve şaşır benim şaşırdığım gibi… Bak, bazı sokakların ne kadar kestirme bir yolu var geçmişe gitmeye.

.............................

HACİVAT VE KARAGÖZ

R E P L İ K L E R

..............................

İLİM VE FEN

..............................

Hacivat ve Kargöz caminin haziresinde bulunan kabirleri zaman zaman birlikte ziyaret ederler ve burda yatan meftaların ruhlarına birer Fatiha hediye ederler. Bir de ne görsünler. Eski mezarların arasında mermerden yapılmış yeni bir kabirle karşı karşıya kalırlar.

- Karagöz: Bu da ne böyle? Çok taaccüp ettiğim bir mezar taşı!.. Bu uzaylılara ait bir mevta olabilir mi Hacivat’ım?

Hacivat hiç hayrete düşmez ve taaccüp etmez. Sadece gülerek Karagöz’ün sorusuna cevap verir.

- Hacivat: Ooooo Karagöz’üm sen nerede kaldın ki? Fen ilerledi. İlim terakki eyledi. Bilim ve internet birleşti adına bilişim dendi.

- Karagöz: Anlayamadım mirim; kim kimi yendi?

- Hacivat: Bilim ve internet birleşti cehaleti yendi. Ayıp oluyor ama, artık akıllı telefon diye bir şey var. İnternet var. Uygulamalar var. QR; kare kodu var...

- Karagöz: Eeeee yani? Lafı nereye getiriyorsun? Sadede gelir misin üstadım?

- Hacivat: E’si, M’si yok!.. Sadece yazılım var. Bu mezar taşına kare kodu yazılmış. Bu mefta hakkında malumat edinmemiz için, hakkındaki bilgileri akıllı telefon uygulamasıyla karekodunu okutarak malumat edinebiliyoruz. Ha ayrıca bu kabir sahibi de bir uzaylı değil; fenni ve teknolojiyi takip eden bir mümin kardeşimiz.

- Karagöz: Vay vay vay vaaaayyyyyyyyyy!.. Biz cahil kaldık desene?

- Hacivat: Bak şimdi öğrenmiş oldun Karagöz’üm. İlmin yaşı başı yok. Zemini ve zamanı yok! Bu kare koduyla bir meftanın bizim işimize yarayacak kadar malümatını edinebiliriz.

- Karagöz: O zaman tişörtlere de, meydanlardaki ve bulvarlardaki abidelerin kaidelerine de, tarihi asarın kitabelerine de, çeşme taşlarına da, ilaç prospektüslerine de karekodu yerleştirilebilir değil mi mirim?

- Hacivat: Bittabi... Bittabii!..

- Karagöz: Ne tabi?.. Ne tabi?..

- Hacivat: Elbette demek istedim Karagöz’üm. Seni “Bittabi” diyerek doğruladım. Kafan mizaha kayıyor hemen. Tabii kelimesi doğal demektir. Genellikle arap gramerinde “B” harficeriyle bitişik kullanılır. Manası doğallıkla ya da doğal olarak demektir vesselam...

- Karagöz: Aleykümesselam... Aleykümesselam verahmetullahi ve berekatühü.

Hacivat’ın sözü selamla taçlandırması, Karagöz için aynı zamanda bir ikazdır. Karagöz hemen Hacivat’ın selamına karşılık vermiş olur. Hacivat da fırsat bu fırsat deyip Derviş Yunus’tan bir nefes verir;

“İlim ilim bilmektir... İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin; Bu nasıl okumaktır.”