AYNI OLMAK ZORUNDA DEĞİLİZ

Ümit G. CEYLAN 14 Eyl 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Tükete tükete kendimizi tükettik ve farklı yanlarımızdan, orijinal veya biricik taraflarımızı yok ederek sisteme kurban ettik.

Tükete tükete kendimizi tükettik ve farklı yanlarımızdan, orijinal veya biricik taraflarımızı yok ederek sisteme kurban ettik. Oysa her insan kendine has, kendine özel niteliklere sahiptir. Bambaşka olmak, farklı olmak, kendimiz olmanın en güzel niteliklerini kaptırdık. Herkes tornadan çıkmış gibi aynı. Aynının girdabında kıvranıyor ve dışarıda kalamıyoruz. Mesela genel geçer iktisat kuralarını bir anda yıkamıyorsun. Yıkmaya kalktığında da tehdit ediliyorsun. Ortodoks politikalara dönmek zorunda kalıyorsun. Elli yaşını geçtiğin an yüzün çökmeye başlamamalı çünkü herkes botoks yaptırıyor. Genç kalmalı ve aynılaşmaktan kaçınmaman lazım. Her şey yediğimiz içtiğimiz, giyim kuşam, eğitim aklınıza ne geliyorsa kendi özgünlüğümüzü koruyacak şekilde planlanamıyor. 

Toplumların aynılaşması

Toplumların hepsi birbirinin benzeri oldu. Türk toplumu, Alman toplumu, Amerikan toplumu demeye bin şahit lazım. Elbette batıya benzemeyen başka toplumlar da var ama onlar da başka bir toplum oldukları için dışlanıyorlar, sömürülüyorlar ve onlar o aynının içinde değilse öteki olarak damgalanıyorlar. Suriyeliler mesela öteki konumunda, ya da başkaları konumundalar. O yüzden onlardan negatif bir anlamla bahsediliyor. Farklılıklar toplumun içinde erimesi gerekir. Sisteme zarar verdiği için aynılaşması istenir. Her şey olabildiğince düzleşmelidir. Yani farklılık ortadan kalkmalı. Her şey aynıya evirilmelidir. Farklılıklar fark edildiğinde dirilişler gerçekleşebilir. Oysa basitçe hepimiz aynı kalırsak tüketmeye ve tüketilmeye devam ederiz. Aksi durumda diriliş ya da dirilme, uykudan, uyuşturulmadan bir anda tevhide uyanıveririz. Bu da istenen bir şey değil ki! 

Enler

Önce sen aynı olacaksın! En çok izlenenler, en çok takip edilenler, en çok satılanlar, en çok bilinenler farklı değildir. Hepsi en önce aynı olmak için o cehenneme atlayanların tercihidir. Sormayanlar, düşünmeyenler, sürünün peşinde gidenler farklı olabilir mi? Her ayırıcı özellik kabul edilemezdir. Çünkü kendisinin içinde bulunduğu toplumda başkası olarak değil aynısı olarak yaşarsa kendine anlam bulurlar. O yüzden toplum en şeylerle hızlı bir şekilde aynılaşmaya geçer. 

Farklılığın sessizliği

Başkaların gücü aynıların karşısında bugün derinlerdedir. Sessizlikleri kendi hallerine uygun olanı yaptıkları içindir. Onlar aynılar gibi slogan atmazlar. Onlar kendi özgünlüklerini korumak için saklanmayı ve sessiz kalmayı doğru bulurlar. Farklı olmak için bir çabaları yoktur. Farklı oldukları için öyledirler ve aynıların sahnesine çıkmazlar. Çıkarlarsa da farklılıklarını kaybederler. Farklı olmak için özgün olma çabasına girişmezler. Zaman zaman aynılar farklılardan rol çalmaya yeltenirler. Mesela otantik kahvaltı. Ya da spritüel tatil. Şuna ne dersiniz Indiana Jhones gibi heyecan, macera keşif turu! Bohem stil! Farklı olmak artık günümüz dijital dünyasında neredeyse imkânsızlaştı. Her şeye rağmen genel geçer olmaktan başka olmayı tercih edenler için hayat zor. Hatta farklılar bu sistem içinde yok hükmündedirler. Tüm bunlara rağmen biricik olanın kalıcılığı bakidir. Çünkü aynı olmayanlar temel değerleri, referansları hakikate olan inançlarından alırlar. Böyle olunca da asla var olmamış olanın değil, hep var olanın içinde varlıklarını devam ettirirler vesselam.

OKUL YOLUNDA YİNE İNŞAAT

Okullar açıldı. Evlatlarımıza sağlıklı başarılı bir eğitim dönemi diliyorum. Her anne, babanın dileği çocuğunun güzel günlerini görmek başarılarına ortak olmaktır. İnşallah vatanımızın evlatları hepsi çok iyi yerlere gelsinler ve bizi gururlandırsınlar. 

……..

Bambaşka bir konuya gireceğim buradan ama önemli ve ihmal kaldıracak bir konu değil. Peki! Çocuklarımızın okula geliş gidiş güvenliğini alabiliyor muyuz? Üsküdar Küçük Çamlıca semtinde yer alan Saffet Çebi Ortaokulu ve aynı alanda yer alan Şadıman Polat İlkokulu yolu üzerinde geçen sene biten villa inşaatlarının bir yenisi daha yan araziye açılmış. İstanbul’un belki de kalan son sessiz güzide semtlerinden olan Küçük Çamlıca’da son 3 yılda yeşil alanların yok oluşu ve inşaatların yükselişini izliyoruz. Bunu bir muhalif veya yandaş olarak söylemiyorum. Beni bilen her yazımda hakkı yazdığımı bilir. Gelelim en önemli konuya. Üsküdar Belediyesi sınırları içindeki bu inşaatın güzergâhında çocukların yanından vızır vızır giden hafriyat kamyonlarına bir tedbir alınması gerekiyor. İnşaatın başında duran şahıslarla da durumu konuştum. Ama onlar da, devletin işi önlem almak (her bir şeyi de devletten beklemek kadar sorumsuzca bir şey olamaz), deyip son derece umursamaz bir şekilde söylediklerimi geçiştirdiler. Burası okul yolu. Onlarca servis, araç okula çocuk taşıyor. Ayrıca yürüyerek okula giden çocuklar var. Tam da okul zamanında başlayan bu villa inşaatı da neyin nesi! İnşaat şirketi veya belediye kim alacaksa tedbirlerini alsın. En az 150 metreden itibaren çocuklara güvenli geçiş alanı oluşturulmalıdır. Ya da çocukların, okula geliş ve dönüş saatlerinde kamyon trafiğini kesin. Düşünmek ve tedbir almak bu kadar mı zor? Bundan daha önemli bir gündem olabilir mi ülkemiz için. Ben yazmış olayım da sonra başımıza bir şey gelmesin maazallah. 

……..

Bekir Sıtkı Sezgin hocamız

Konuk köşemizde bugün ağırladığımız Gökçe Güneygül hocamızın merhum musıki büyüğümüz Bekir Sıtkı Sezgin’in vefat yıl dönümünde kaleme aldığı yazıyı dikkatlice okuyalım. Ama okurken de Bekir Sıtkı Sezgin’in seslendirdiği eserlerden birini dinleyerek okuyalım. Ben size şunu tavsiye edeyim de Alllaahhhhh diye bir bağırın.. “Neden bu kadar zalim oldu” adlı eseri dinleyin. Ahhh! İstanbul. Ahh! İstanbul’ün güzide insanları. Ahhh! O güzel sesler. Gökçe hocamızın dediği gibi nerede kaldı o fem-i muhsin ağızlar..nerde nerdeeee?

KENDİNE SAHİP ÇIK

ftk1409

Hem ışığım hem de gölge. Hayat öyle bir şey ki! Ne ak var ne de kara. Tüm zıtlıklar bir arada. Çünkü insan hem kötüyü seçer hem de iyiyi. Seçim hepimizin. Boş bir sandalyedeki ışığa odaklanır, kendini görürsün. Yerdeki aksine bakar, gölge sanırsın. Oysa her ikisi de biziz. Biz hem akız hem karayız. Biz hem buradayız hem ordayız. Bir ağacın dalı gölge olur yanmışlara. Bir çatlak arasından sızan ışık umut olur arayanlara. Hangisi iyi hangisi kötü? Böyle bir şey var mı? Her şeyin yeri ve zamanı var. Zamanı gelince ışığı uyandırırsın, zamanı gelince ışığı uyutursun. Zaman gelir gölge olursun. Zamanı gelince gölgeni arayanlar ışığının kıymetini bilmeyenlerdir. Işık ve gölge oyunu arasında kalanlar kendi gölgesinden korkanlardır. Işık ve gölge ikisi de birbiriyle sarmaş dolaş. Işıkta renkler gölgeye vurma çabasıyla oynaşır. İnsan kendi gölgesini vurup da karanlığa teslim olmak ister mi? O yüzden barış kendinle. Işığa kızıp kendi gölgeni vurma. Barış ışığınla. Gölgene sahip çık. 

Gökçe Güneygül

MÛSIKÎNİN HAZANINDA DÖKÜLEN BİR YAPRAK, BİR FEM-İ MUHSİN: BEKİR SITKI SEZGİN

Babası Şeyh Hafız Hüseyin Efendi’nin elinden tutarak, kaldırımlarında yürüdüğü Şehremini semtinin sokaklarından gelen ezgilerin büyüsüne kapılan üç buçuk yaşındaki küçük oğlan çocuğu, sesin geldiği yere doğru hızlı adımlarla yönelir. Sesin geldiği yöne vardığında fark eder ki; bu büyülü sesin kaynağı, mahallenin kahvehanesindeki gramofonda çalan dönemin Türk Mûsıkîsi nağmeleridir. Küçük çocuk, öylesine etkilenir ki, adeta efsunlanmışçasına gramofonun başına oturuverir. Gramofonda dönüp duran plakları teker teker, dikkatle dinlemeye başlar. Babasıyla ne zaman yolları bu sokağın yakınına düşse, bu küçük kahvehanedeki gramofondan yayılan mûsıkî dünyasına dalıp, gitmek ister.

 Küçük oğlan çocuğu, beş yaşına geldiğinde babasından aldığı dinî mûsıkî eğitiminin yanısıra, annesi Feride Hanım’ın udunun tellerinde titreşen şarkıları meşk ederek yetişmiş, aynı zamanda da Kur’an- Kerim’i hatmetmeyi de başarabilmiştir. Hatm-i şerif töreni yapılırken adını aldığı dedesinin alnından öptüğü küçük oğlan çocuğu, neredeyse yüzyıl boyunca gelmiş geçmiş en efsanevî hanendeler arasında yer alacak olan ses sanatkârıdır. O küçük çocuğun adı: Bekir Sıtkı Sezgin’dir. 

  Çocukluğunu yaşayamadan, sade ve sadece mûsıkîyle meşgul olan Bekir Sıtkı, on yaşına geldiğinde hemen hemen dönemin bütün eserlerini annesiyle ve mûsıkî öğretmeni olan anneannesiyle meşk etmiş hâldedir. Muhafazakâr olmasına rağmen asla yobaz bir fikir dünyasına sahip olmadığını ve her şeyini borçlu olduğunu söylediği babasıyla birlikte gittikleri o devrin gazinolarında Safiye Ayla, Deniz Kızı Eftalya, Radife Erten gibi dönemin ünlü ses sanatkârlarını da zevkle ve büyük bir merakla dinlemektedir. 

Ne garip tecellidir ki ilkokulda müzik dersinden ikmale kalan efsanevî sanatkâr, kendi deyimiyle hayatını mûsıkîye vakfederek, hiçbir şeyden pişman olmadan aşkla yaşamıştır. Sözlerine “Henüz hiçbir şey öğrenemediğimin farkındayım” lafzının tevazusu içinde devam ederken “İyi bir mûsıkîşinas dini, dili, edebiyatı, tasavvufu ve nefsini iyi bildiğinde ortaya kamil bir mûsıkî çıkacaktır” demektedir. 

“Mûsıkî’nin sadece teknik bilgiyle veya kitaplar yoluyla değil, iyi bir ağızdan (Fem-i Muhsin), usta - çırak ilişkisiyle dinleyerek ve izleyerek öğrenilebileceğini” vurgulayan Bekir Sıtkı Sezgin, ilk bestesini 1962 yılında kağıda dökmüştür. “ Sanma şâhım, herkesi sen sadıkâne yâr olur” adlı ilk eserini şehnaz makamında tertip eden Sezgin, sonraki yıllarda bestelediği eserlerde az kullanılmış makamları tercih eder. Kârçe, beste, semaî, şarkı biçimlerinde çeşitli yapıtları inşa etmeye devam eder.

Yirmi yedi yaşına geldiğinde tanbûr çalmaya başlayan Bekir Sıtkı Sezgin,

çeşitli mûsıkî kurumlarında da

birçok görevde bulunmuş, kulaklarda titreşen sesini kalplere kazıyarak, yirmi yedi yıl önce 10 Eylül 1996 yılında, bir hazan gününde köklü

çınardan düşen bir yaprak misali aramızdan ayrılmıştır. Sezgin’in anneciğiyle meşk ettiği ilk şarkısındaki gibi derdini ummana döktüren,

yüzyılların ötesine geçen sesiyle sır olanların, sır gibi sevenlerin gönlündeki aşkla muradlarının

gerçekleşeceğini müjdeleyen Hazret-i Mevlânâ’nın da dediği gibi…

Baharın adı ister hazan, sonbahar olsun, isterse ilkbahar, ister bir başka bahar….Topraktan gelip yine toprağa düşüveren, gizlenen eski kıymetli yapraklar gün gelip birer tohum olup, yeniden yeşermeye ve genç filizlerin ruhlara işleyen seslerinde yeniden can bulmaya devam edecektir. 

ARTI

Ağaçtaki ekmek

Biraz yürüyüş yapıp hava almak için akşam yemeğinden sonra dışarı çıktım. Mahalle aralarından park alanlarına oradan tekrar ev güzergâhına yönelmiştim ki küçük bir ağacın dalında üzerine not asılmış asılı bir poşet gördüm. Hemen poşetin yanına yaklaştım ve içine baktım. Biraz da tereddütle. Biri nahoş bir şaka da yapmak isteyebilir ve içine çok farklı bir şey koyabilirdi. Neyse ki o tarz bir şey olmadı. Kokusundan da taze olduğu anlaşılan bir bütün ekmek poşete konmuş ve üzerine not iliştirilerek ağaca asılmıştı. İhtiyacı olan biri alsın diye bu güzel düşünceyi kim yapmıştı bilmiyorum. Her gün bu ağaçta bir poşet ekmek asılı mıdır bir daha bakamadım. Ancak gece gece beni gülümseten bu güzelliği buraya yazmasam olmazdı. 

EKSİ

Justinianos Köprüsü

Sakarya merkeze girdiğinizde İstanbul yönünü bulmakta her seferinde zorlanır mı insan? Tabelalar alakasız yerlere konmuş ve genellikle de okların yönünün nereyi işaret ettiğini anlamak için arabadan inip sağından solunda altından üstünden bakmanız lazım. Belki beşinci tuhaf tabelayı da atlattıktan sonra Justinianos Köprüsünün arkasındaki tabelayı son anda fark edemeseydik yine Sakarya sarmalının içine düşecektik. Ey yetkililer! İstanbul’un önüne neden Justinianos’u koyarsınız. Akıl sır ermedi buna.

YARDIMLARIN DAĞILIMI

Çok hassas ve önemli konulardan biri de sivil toplumun ve hatta devletin dâhil yardım yönlendirmelerinin bütün ülke sathında adil dağıtılmasıdır. Malum hepimizin hala derin yaraları var. Kolay değil on bir ilimizin yerle bir oluşunu görmek ve İstanbul’dan izleyip de bir şey yapamamak. Hepimiz mutlaka karınca kararınca elimizden ne geliyorsa yaptık. Üniversite öğrencileri yurtlarından feragat ederek eğitimlerini çevrim içi alarak fedakârlıkta bulundular. Ayni, naktî her tür yardım bölgeye gitmeye devam ediyor. Tabi bu arada yeni eğitim, öğretim dönemi de başladı. Deprem bölgesinde olmayıp da yine de muhtaç durumda olan insanlar, öğrenciler var. Öğretimleri için burs veya destek arayışında olan öğrenciler bu sene ne yazık ki deprem bölgesine öncelik nedeniyle geri dönüş alamıyorlar. Bu da akıllara yardımların adil dağıtılıp dağıtılmadığı konusu geliyor. Sonuçta adalet hakkaniyet anlamında kullanılıyor. Deprem bölgesindeki çocukların, gençlerin eğitimlerine devam edebilmesi için ne kadar maddi desteğe ihtiyaç varsa ailesinin durumundan dolayı üstelik şehir dışında okuyan gençlerimizin de desteklenmesini göz ardı etmemeliyiz. Yardımları ayarlarken bir yere yöneldiğimizde öte tarafta kalanları da fark ederek hakkaniyetli bir dağılım yapılmalı. Çünkü o çocukların da hakları var. Unutmayalım onların başına Allah korusun olumsuz bir şey gelse hesapsız, kitapsız dağılım yüzünden hakka girmiş oluruz. Duygusallığımızı da dengeli dağıtalım.