Misilleme cuması, ziyaretler cumartesisi: Ne anlama geliyorlar?

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
14 Nisan İran misillemesinden itibaren bölge heyecanlı günler geçiriyor. 14 Nisan, 7 Ekim saldırılarından itibaren Hamas-İsrail çatışmasının ana unsurunu İran-İsrail çatışmasını gölgelerden çıkardı. Denilecek ki, bu konuda Gazze'nin ötesine savaşı taşımaya çalışan asıl aktör İsrail'di, Gazze operasyonu sürerken- üstelik bu operasyondaki hedeflerini gerçekleştirecek bir güç de sergileyemezken- Hizbullah liderlerini ve sonunda da Suriye'de İran konsolosluğunu hedef alan İsrail'di.

Bu doğru, İsrail Şam’daki konsolosluk saldırısı ile İran’ı doğrudan vurmaya cesaret ettiğini gösterdi. Ancak bu hamle el yükseltmek adına ne kadar provokatif olursa olsun, Netanyahu hükümetinden beklenmeyecek bir hamle değil. Netanyahu, Obama’ya karşı adeta bir muhalefet lideri olarak elinde bomba karikatürü ile Kongre’de dolaştığı günlerden beri İran’ı vurmaktan bahsediyor. Netanyahu’nun siyasi ömrünün tüm başarısızlıklara rağmen uzamasının temel sebebi İsrail toplumunun militarist etosu ve işgal konformizmi yanında bu öngörüsü (İran’ın direniş ekseninin ehlileşemeyeceği öngörüsü) büyük ihtimalle. Ayrıca İsrail’in bu tür eylemlerine olanak verecek sayısız ulusal güvenlik doktrini mevcut ve zamanında dolaylı yollarla (sabotaj, suikast, terör saldırısı vb) İsrail, İran’ı ve İran varlıklarını hedef almıştı. Ancak niyet olmak, ben vururum, vurabilirim hatta vurmalıyım demek ile gerçekten İran açısından bir daralma teşkil edebilecek çatışma dinamiğini harekete geçirmek arasında derin bir fark var. Netanyahu hükümeti bu ikilemi hatta çıkmazı yaşıyor. Elinde İran’ı hedef alabilecek kapasite, İran’ı vurma cesaretini göstermeye Tel Aviv’i iten motivasyon var, ama tırmanmanın risklerini bertaraf edecek ve en önemlisi işi bitirmesine izin verecek güç ve hareket serbestliği yok. İsrail’in Şam eylemi bu anlamda bir niyet gösterisinin ötesinde ABD’ye yönelik “ne olur bana destek ver, işi bitireyim” yakarışıydı. Eylemden ve İran’ın misillemesinden sonra retorik düzeyde yapılan kıvranışlar, ABD’nden istenilenin alınmadığını gösteriyor.

ABD’nin İsrail’e desteğinin sınırı

Bu cümle, Kongre’nin Ukrayna, Tayvan ve İsrail’e büyük bir yardım paketini onaylamasından sonra yazıldığından şüpheciler hemen itiraz edebilir ve şöyle diyebilir: “Olur mu, Washington İsrail’i desteklemeye kararlı. Biden Yönetimi, İran misillemesini Kongre’yi ikna için kullandı.” Bu cümlelere itirazımız yok, evet ABD, İsrail’i destekliyor ve evet Meclis oturumlarında üyeler Yeni ve Eski Ahit’ten alıntılar yaparak İsrail’in amacına (o amacın ne olduğu pek ifade edilmese de) destek vermeyi çok havalı buluyorlar ve yine evet ABD iç politikası Amerikan Müslümanlarının çırpınışına rağmen hala ve hala İsrail odaklı gündemi benimseme eğiliminde. Ama ABD, İsrail’i “işi bitirmek” konusunda donatmamış- bugün İsrail’in İran ile karşı karşıya kaldığında kendi caydırıcılığını tehlikeye atacak şekilde hamle yapma dışında bir alternatifinin olmadığını görmemiz temelde bundan. Netanyahu’nun İran konusunda ABD yönetimlerini ikna edemediğini biliyorduk, Trump döneminde dahi ABD İran’ı sınırlamak için İsrail’i dolaylı yollardan devreye soktu ve bölgesel bir savaş üzerinden Tahran’ı sınamayı hedeflemedi. Netanyahu ve Netanyahu gibilerin öfkesini de Kudüs kararı, Golan kaarı vs ile yatıştırmaya çalıştı. Bugün ABD’nin İsrail’in Gazze hedeflerine destek vermekle beraber (Filistin devletinin BM üyeliğini veto etmekten İsrail’e verilen askeri ve mali yardıma kadar uzanan büyük ve güçlü bir destek paketi) hala Tel Aviv’in İran’ı sınırlandırmak konusunda ihtiyaç duyduğu gerçek desteği sağlamadığını görüyoruz. Bu yüzden Netanyahu bir dakika önce, ABD yardımı için şükranlarını Washington’a iletirken bir dakika sonra stratejik otonomimizi (nasıl olacaksa) güçlendirmeliyiz açıklamalarında bulunuyor. 

Cuma günü: İsrail karşı misillemesi

Bilindiği üzere İsrail, Cuma sabahı İran topraklarına yönelik karşı misilleme olarak görülebilecek bir saldırı gerçekleştirdi. İran ve İsrail bu eyleme öyle sınırlı ve kontrollü bir reaksiyon verdiler ki eylem gerçekleştiğinde ne olduğu, neyin hedef alındığı önce tam anlaşılamadı. Havada “bu bir tiyatrodur ya da İsrail bölgesel savaşı çıkarmak sonra da bölge ötesine yaymak istiyor” mealinden yorumlar uçuştu. Oysa İsrail’in eylemi çok kısıtlı ama son derece mesaj yüklü bir eylemdi ve İsrail adına üzücü ki eylemdeki mesajın keskinliğine rağmen İsrail-İran çatışmasında İran’ın işleyen caydırıcılığına karşı İsrail’in topallayan yara almış caydırıcılığı noktasında bir şey değiştiremedi. İsrail, havadan üç füzeyle Natanz nükleer tesisi çevresindeki hava savunma sistemi unsurlarını hedef alıyor ve anladığımız kadarıyla radar mevziini ortadan kaldırmayı da başarıyor. Verilen mesaj son derece keskin dediğimiz gibi, istersem nükleer tesisini vurabilirim mesajı. Bu arada İran, İsrail topraklarındaki askeri tesislere ulaşabildiğini 14 Nisan ile göstermişti, 19 Nisan itibariyle İsrail de bir kez daha İran nükleer ve askeri tesislerine ulaşabileceğini gösterdi. Dolayısıyla görünüşte bir beraberlik, “ben güç kullandım sen de güç kullandın” pozisyonu sağlandı. Oysa, Netanyahu hükümeti 2010’dan itibaren istemesine rağmen İran’a yönelik gerçek bir vuruş gerçekleştirme isteğini yerine getiremedi. Sonuç, İsrail’in İran’a güçlü bir zarar vermekten imtina etmesi- üstelik ilk vuruş cesaretini Şam eylemi ile gerçekleştirmesine rağmen- ve cayması. İran caydırıcılığının güçlü olmasının pek çok nedeni var. Öncelikle tabi ki İran’ın ileride savunması işliyor ve İran gerçek bir zararla karşı karşıya kalırsa bölgeyi füzeleri ve milisleri aracılığıyla cehenneme çevirebileceği mesajını alttan alta her an iletiyor. Sonrasında, unutulmamalı gelişmiş nükleer tesisleri vurmak öyle nükleer zenginleştirme işinin başında gizli kapaklı bir laboratuvarı vurmaya benzemez. Yaratacağı yıkıcı etki ve tepki son derece karmaşık ve İsrail adına zorlayıcı olabilir. Zaten, İranlı yetkililer, nükleer politikalarını İsrail misilleme-tepki sınırını aşarsa gözden geçireceklerini uluslararası kamuoyu ile paylaştılar. Ben bu faktörlerin ötesine, bir de ABD’nin İran politikasındaki belirsizliği ekleyelim derim. Kısaca İsrail, hala ABD’yi İran konusunda işi bitirmeye ikna edebilmiş değil.

ABD’nin İran kararsızlığı

ABD, ya da Washington’da birileri İran’ı -tüm kapasitesine rağmen- bazı kazançlar üzerinden ehlileştirebileceğini/ yatıştırabileceğini düşünüyor olabilir. İran’ın kendini sınırlamasının limitleri oldukça yükseldi ama hala kendini sınırlandırıyor ve bu sınırlandırmayı kaybetme olarak görmüyor- bu önemli ve bu unsur ABD elitlerinin bir kısmını (Biden ve avenesini) İran seçeneğini terk etmemek konusunda cesaretlendirebilir. Eğer ABD, bunu başarabilseydi çok az maliyete bölgesel düzenimsi bir sonuca ulaşabilirdi. Arka kapıdan İran’ı dengeleme çabasını sürdürmemesi için de bir neden yok. ABD, söylemini sertleştirse de başarısız olmuş bu eski formülün üzerinde durmaya devam ediyor izlenimi veriyor. Şimdilik buradan hareket etmesini gerektiren radikan bir şey olmadı: ABD ekonomisi -halk memnun olmasa da- fena değil, İsrail savaş makinasını çalıştırabiliyor, bölge ülkeleri aklı selim davranmak zorunda hissediyor ve keskin provokatif hamlelerden kaçınıyorlar, Rusya ve Çin bütün bu karmaşanın arkasında gölgeleri olsa da alternatif bir bölgesel düzen için harekete geçmiyorlar (geçmek istemiyor ya da geçecek güçleri olmayabilir) dolayısıyla ABD’nin fazla kıpırdamadan maliyetsiz mucizeyi beklemek için sebepleri var. Ama bu özde bekleme, görünüşte “İsrail’e aman dikkatli vur” deme hali Washington’un muhtemel alternatif dengeler üzerinde düşünmediği anlamına gelmemeli. Üstelik bu bağlamda Washington sadece bölge devletlerini değil direniş ekseninin unsurlarını da düşünmeli. İşte bu çerçevede bu cumartesi günü İstanbul’da Mısır Dış İşleri Bakanı Şükrü ve Hamas siyasi kanadının şefi Haniye’nin Türkiye’ye aynı anda gerçekleştirdikleri ziyaretleri son derece önemliydi. 

Cumartesi: Şükrü ve Haniye’nin İstanbul ziyareti

Şu unutulmamalı Ortadoğu’da direniş 1979 İran devrimi ile başlamış değil. Farklı devrimci kökenleri, nedenleri ve farklı hikayeleri var. Cumartesi gerçekleşecek ziyaretler öncesinde Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuvayi-i Milliye’ye yaptığı atıf, Hamas’ın bu atıftan gurur duyduklarını açıklaması bence tesadüf olmadığı gibi, basit bir Filistin’e destek sözü de değil. Bugün Filistin davası üzerinden tek bir direniş ekseni varmış gibi görünebilir ama bu Filistin davasının gücünden ve İsrail politikasının kabul edilmezliğinden kaynaklanan bir tepki, oysa modern Türkiye ve modern Ortadoğu aynı anda ortaya çıkarken farklı farklı direniş biçimleri de ortaya çıkıyordu. Ankara da Kahire de bunu en iyi bilen iki aktör. 

Bugün kamuoyuna Hamas liderinin ziyareti üzerinden yansıtılan sadece Filistin gündemi (Filistin’e yardım, davaya siyasi destek ve Filistin’in siyasi birliğinin umulması). Bu konularda zaman zaman Türkiye ve Mısır’ın ayrı ayrı -kimi zaman da birbirlerine karşıt- arabuluculuk çabaları olmuştu. Bugün Haniye ve Şükrü’nün pareler ziyaretinin koordinasyonu (asla tesadüf değildir), Ankara ve Kahire’nin bu konularda koordineli çalışacağı mesajını da iletiyor. Bugün, İsrail’i bir bakanın kabul edilmez tepkisinde ima ettiği üzere Hamas’ın Müslüman Kardeşler ile olan ideolojik teması hatırlanıyorsa, hatırlatılıyorsa söylememiz lazım ki Mısır-Türkiye işbirliği ve diyalog söylemi 2011’deki/Arap Baharının başındaki gibi bir resim karşısında olmadığımızı gösteriyor.  Zaten iki dış işleri bakanının verdiği mesajlar (Ankara ve Kahire’nin Libya’nın birliğinde anlaştığı, Sudan, Somali ve Etiyopya konusunda beraber çalışacaklarına dair mesaj), iki ülkenin Afrika Boynuzu ve Kuzey Afrika hattında istikrarsızlık ve rekabet istemediğini, istikrar için de iki ülkenin gerekirse güçlerini birleştirmek için diyalog kuracağını söylüyor. Henüz Mısır-Türkiye işbirliği, iki ülkenin İsrail’in Gazze politikasını reddi ve iki ülkenin Filistin davasına desteği dışında çok açık ifade edebileceğimiz, kamuoyuna yansımış bir şey yok. Ama bu ziyaretler, bence, Filistin davasına verilen destek dışında da anlamlara sahip- ve olgunlaşıp görünürlük kazanırsa, biz de daha rahat bahseder hale gelebileceğiz-  ve yine bence ABD- yukarıda zikrettiğim denge arayışı üzerinde de düşünmekten geri durmadığından- bu gelişmelerden çok rahatsız değildir ve sonuçlarını ilgiyle izliyordur.