Bugün yeniden sürdürülebilirlik konusuna dönüyorum. Konumuz "toplumsal sürdürülebilirlik" ve Bergson Felsefesi.
Bir aydır dört farklı konuda yazdım: Sürdürülebilirlik, Sabri Ülgener, Rusya Ukrayna Savaşı ve Türkiye ve dünyada sol siyaset. Aslında bütün bu yazıların birleştiği ortak nokta toplumsal sürdürülebilirliktir. Sabri Hoca Türk toplumunun Osmanlı döneminde neden sermaye birikimi yaratamadığını sorgularken ve Cumhuriyet döneminde nasıl ve ne yönde kalkınmamız gerektiğini araştırırken aslında bu soruların arkasında Cumhuriyet dönemini Osmanlı geçmişinden bir kopuş ve bir kırılma olarak değerlendirmek yerine bir süreklilik arayışı içinde idi. Yani aslında toplumsal sürdürülebilirlik kavramını kullanmadan bu kavramı tanımlamaya çalışıyordu. Rusya ve Ukrayna savaşan iki ülke olarak aslında toplumsal sürdürülebilirlik kurallarına pek uymayan iki ülke idi. Toplumsal sürdürülebilirliğin gerek şart kurallarının pek de geçerli olmadığı, toplumsal istikrarın bulunmadığı ülkelerin halklarının nelerle karşılaşabileceğinin güzel bir örneği bu iki ülkedir. Son olarak toplumsal sürdürülebilirliğin olması için siyasetin sol kanadının da etkin olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Bugün yeniden sürdürülebilirlik konusuna dönüyorum. Konumuz “toplumsal sürdürülebilirlik” ve Bergson Felsefesi. İlkönce toplumsal sürdürülebilirlik kavramını tanımlayalım. Sonra Bergson Felsefesine geliriz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN TOPLUMSAL / SOSYAL BOYUTU
Sürdürülebilirliğin toplumsal boyutu sürdürülebilirliğin üç boyutu / sütûnu içinde en az tanımlanmış ve en az anlaşılmış olanıdır. Bu kavramın anlamı ve kullanılması hala daha kafaları karıştırmaktadır. Kavramın standartlaşmış bir tanımı “bugünkü ve gelecek kuşakların esenliğini sağlamak ve arttırmak” olarak verilmektedir. Ancak sosyal bilimcilerin çoğu toplumsal sürdürülebilirliğin tanımı ve pratikte uygulaması hakkında açık ve ortak bir ifade olmadığını söylerler.
BM’nin 1987 tarihli Brundtland Raporunda çevresel sürdürülebilirlik problemlerinin dahi fakirlikten etkilendiği söylenmiştir: “… fakirlik küresel çevre problemlerinin hem sebebi hem de sonucudur. Binaenaleyh, küresel çevre problemlerinin çözümü için çalışırken sorunların ‘dünyada fakirlik ve uluslararası eşitsizliği’ de içine alacak bir şekilde daha geniş bir perspektifle ele alınması hayati derecede önemlidir.” (United Nations General Assembly (1987) Report of the World Commission on Environment and Development: Our Common Future. Transmitted to the General Assembly as an Annex to document A/42/427 – Development and International Co-operation: Environment.) Adı geçen raporda hem sanayileşmiş hem de az gelişmiş ülkelere yönelik olarak insani gelişmeyi destekleyen yeni bir kalkınma patikası önerilmiştir. Brundtland Raporunda sürdürülebilirliğin tanımında toplumsal sürdürülebilirliğin merkezi rolüne rağmen, yine aynı raporda, toplumsal sürdürülebilirlik kavramının farklı şekilde ifade edildiği de gözlemlenmektedir.
Bazı akademisyenler sürdürülebilirliğin içerdiği bütün konuların toplumsal içerikli olduğu kanısındadırlar. Yani toplumsal sürdürülebilirlik çevresel, iktisadi, siyasi ve kültürel sürdürülebilirliği içerir, etkiler ve belirler. Onlara göre toplumsal sürdürülebilirlik kavramının yukarıda tanımlanmış bileşenlerinin hepsi toplumsal veya insani olanla doğal olanın arasındaki ilişkilere dayanmaktadır. Bu yüzden toplumsal sürdürülebilirlik bütün insani faaliyetleri içerir.
Son olarak Feriha Urfalı ve Lerzan Aras’ın 2019 yılında yayınlanan Güzelyurt özelinde toplumsal sürdürülebilirlik hakkında yaptıkları çalışmadan bir tanım aktaralım: “Toplumsal sürdürülebilirlik resmî ve gayr-ı resmi süreçler, sistemler, yapılar ve ilişkilerin bugünkü ve gelecekteki kuşakların sağlıklı ve yaşanabilir toplumlar yaratma kapasitesini desteklediği durumda ortaya çıkar.” (Doğu, Feriha Urfalı; Aras, Lerzan (2019). "Measuring Social Sustainability with the Developed MCSA Model: Güzelyurt Case". Sustainability. 11 (9): 2503. doi:10.3390/su11092503. ISSN 2071-1050) Yani devletin kurumları, örgütlenmesi, yönetimi ve karar alma süreçleri ile toplumu oluşturan farklı çıkar grupları, sivil toplum örgütleri ve genel olarak o toplumdaki hâkim zihniyet huzurlu, istikrarlı, süreklilik içeren ve şartlara göre gelişebilen bir toplumsal örgütlenmeyi destekliyorsa ve bu örgütlenme dünden bugüne ve bugünden yarına bir kimlik problemine yol açmıyorsa toplumsal sürdürülebilirlik sağlanmıştır. Bu da benim yorumum olsun.
Daha somut bir şekilde tanımlayacak olursak toplumsal sürdürülebilirlik için toplumsal yönetimin demokratik olması, insan haklarının genel kabulü yanında din, ırk ve cinsiyet ayrımlarının ortadan kalkması, fakirlik ve her türlü eşitsizlikle mücadele, çevre problemlerine duyarlı ve doğal çevreyle barışık barışçı bir toplum ve devlet yapısı zorunludur. Bununla birlikte toplumların geçmişinden ve değerlerinden kopmadan gelişebilmesi ve bu sürekliliği gelecek nesillere aktarabilmesi de gerekir.
HENRI BERGSON VE DUREE KAVRAMI
Henri Bergson 1927 Nobel Edebiyat Ödüllü Fransız bir filozoftur. Türkiye’de sağ aydınları kuvvetli bir şekilde etkilemiş bir tez sahibidir. Bergson kendi geliştirdiği “dureé” (İngilizcesi duration) kavramı ile aslında Kant’ın insanın saf aklı ve özgür iradesinin zamandan bağımsız olduğu ve dışsal bir faktör olarak belirlendiği yaklaşımına karşı insanın özgür iradesinin zaman içinde geliştiği ve şekillendiği şeklinde bir itirazından yola çıkarak oluşturulmuştur. Bireysel boyutta insanların akılcı karar ve davranışlarının yaşadıkları toplum ve zamandan bağımsız olmadığını, insanların yaşamları boyunca içinde bulundukları yaşam ve tecrübeler ışığında akıl yürütme süreçlerinin de değişeceği ve gelişeceğini vurgular. Toplumsal boyutta ise, toplumların ilerlemesinin belli anlarda gerçekleşen kırılmalar, radikal kültür ve medeniyet değişimleri veya devrimlerle açıklanamayacağını, toplumsal değişimin geçmişten bugüne, bugünden yarına bir süreklilik içerdiğini söyler. Burada dureé kavramını Tanpınar’ın sözleriyle “imtidat” olarak çevirelim. Bu, kelime anlamıyla “değişim içinde süreklilik ve süreklilik içinde değişim” demektir.
Türk toplumu Ondokuzuncu Asrın başından itibaren “bir sürekli tecdit, yenilenme, reform, devrim” rüzgârıyla savrulmuştu. O dönemin bir kısım Batıcı aydınları Türk toplumunun kalkınabilmesi ve yaşayabilmesi için kendi milli ve dini değerlerinden vazgeçmesi gerektiğini savunmaktaydılar. Çünkü onlara göre bu değerler geri kalmanın esas sebebiydi. Gerek Vaka-yı Hayriye, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devrimleri gerekse Cumhuriyet Devrimi, bazı aydınlar tarafından geçmiş kurumlardan, gelenek ve değerlerden köklü bir kopuş olarak değerlendirilmekteydi. Bu Marksist bakış açısının sosyal çatışma ve devrim temelinde geliştirdiği yöntem ve kavramlarla da benzerlik içermekteydi. Halbuki, Bergson’un görüşüne göre, gerek bireyler gerekse de toplumlar geçmişlerinden tam olarak kopamayacakları ve gelecekleri de bugüne bağlı olarak belirleneceği için bu tarz radikal kırılmalarla toplumsal değişim açıklanamazdı. Bergson dureé / imtidat kavramıyla toplumsal değişimin bir süreklilik içerdiğini, sürekliliğin de değişimlerle evrimleştiğini söylemekteydi.
TOPLUMSAL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK VE İMTİDAT
Bir toplumun sürdürülebilirliğe sahip olması için yukarıda saydığım çevresel, toplumsal ve idari şartları yerine getirebilmesi kadar, bu ilişkilerin zaman içerisinde süreklilik arz etmesi gerekmekteydi. Bunun için her toplum kendi değerlerini, geleneğini ve geçmişteki köklerini muhafaza ederken bu köklerden kopmadan zamanın şartlarına uygun bir gelişim ve evrim sürecine girmelidir. Devrimler vasıtasıyla devlet idaresinde, ekonomide, gündelik hayatta ve toplumsal zihniyette radikal değişimler o toplumun kimliğinde ve mensuplarının o topluma aidiyetinde kırılmalara yol açar. İmtidat kırılırsa, toplumu toplum yapan temel değerler de zayıflar. Bu aynı zamanda milli kimliğin parçalanmasına da sebebiyet verir.
Tanpınar’ın Bergson’dan alarak işlediği “dureé / imtidat” kavramı ile Sabri Ülgener’in Weber ve Sombart’a dayalı toplumsal zihniyet yaklaşımı aslında bu sürekliliği ifade etmekteydi. Bir toplumun sürdürülebilir olması için doğayla ve kendisiyle barışık olması kadar geçmişiyle de barışık olması gerekir. Devlet idaresinin, toplumsal örgütlenmenin ve özelde birey ve toplulukların kendi geçmişiyle barışık olması, aynı zamanda, onların gelecek kuşakların sorumluluğunu da üstlenmesine neden olur.
Devam etmek üzere…