Prof. Dr. Mustafa Öztürk'e yapılan etik dış suçlamalarla ilgili pazartesi günkü yazımı şöyle bitirmiştim:
“Türkiye’de, her alanda olduğu gibi, dinin algılanış ve anlamlandırılışında da büyük bir lümpen kitlesi ağır basmaktadır. Lümpen “işi gücü olmayan, üretim sistemi dışında kalmış, eğitimi yetersiz, kendini kendi emeği ve çalışmasıyla var etmekten aciz, bu yüzden de hemşeri örgütleri dernek, vakıf ve cemaatler vasıtasıyla ayakta kalmaya ve hayata tutunmaya çalışan niteliksiz” insan demektir. Resmen işgücünde görünürler ama fiilen iş gücü dışındadırlar. Türkiye’de son 40 yılda, çarpık ve plansız sanayileşme ve şehirlileşmenin neticesinde büyük şehirler lümpen güruhuna teslim olmuştur. Büyük şehir varoşları merkezli bu güruh ağırlıklı olarak kendi aidiyetlerini cemaat üyeliğiyle tanımlamaktadırlar. Talep olursa arz da olmaktadır. Lümpenlerin bu sosyo-ekonomik ve kültürel talebini “yeni nesil tarikatlar” olan cemaatler karşılamaktadır. İslami hükümleri bazen en bağnaz yorumlara tâbi tutup kendilerinden başka otorite tanımayan bu yapılar, yönlendirdikleri kitle ile hem servet hem toplumsal itibar hem de siyasi güç birikimi yapmaktadırlar. Bunlar için en büyük tehlike kendi müşteri kitlelerini etki altına alabilecek alternatif din yorumlarıdır. İşte bugün Mustafa Hoca’ya saldıranların temel derdi bu noktada ortaya çıkmaktadır.” Şimdi bu iktisadi anomaliyi ayrıntısıyla inceleyelim.
BÜYÜK ŞEHİRDE VAROŞ VE TAŞRADA KASABA KÖKENLİ CEMAATLERİN GÜÇ VE KÂR MAKSİMİZASYONU SORUNU
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi örnek aldığımız Batı ülkelerine göre çok daha hızlı gerçekleşti, gerçekleşmek zorundaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Batılılaşma, nispeten iktisadi alt yapı değişiminden çok sosyal üst yapı değişimiydi. Cumhuriyet’in miras aldığı ülke ise 1911 – 22 arası sürekli savaştan harap ve bitap düşmüş, doğru düzgün tarım bile yapılamayan, ahalinin önemli bir kısmı tifüs ve frengiden kırılan, fakir bir ülkeydi. Bu şartlar altında, Cumhuriyet inkılabı, biraz da kurucularının asker kökenli olması sebebiyle hızlı bir şekilde toplumsal dönüşümü hayata geçirmeye çalıştı. Bize okullarda öğretilen Atatürk İnkılapları daha çok yaşam tarzında değişimi öne çıkaran uygulamalardı. Bunlar daha çok Osmanlı döneminde başlatılmış üst yapı değişiminin tamamlanması niteliğindeydi. Ancak, hem yandaşları hem de karşıtları tarafından Cumhuriyet inkılabının bize anlatılmayan bir kısmı daha vardı: Sanayileşme ve tarımda modernizasyon. Atatürk sonrasında II. Savaşın yol açtığı durgunluk ve yokluk bittikten sonra, sanayileşme ve şehirlileşme kaldığı yerden devam etti. Bolca devlet desteği ile – çoğunlukla fakir fukaradan toplanan vergilerin seçilmiş tüccar ve eşrafa aktarılması yolu ile- oluşturulan bir sermaye sınıfı palazlandı. Özellikle 1960’larda planlı sanayileşme döneminde tarımda çalışan nüfus hızla azalırken sanayide çalışan nüfus hızla artmaktaydı. Bu ise köyden kente göç demekti. Tabii caizse, Avrupalının –hem de sömürgelerine rağmen- 200 senede kat ettiği yolu, biz 50 senede geçmek durumundaydık. Yeniden bir istiklal savaşı yaşamamak, vatanı kaybetme tehlikesi ile karşılaşmamak için, düşmanın silahıyla silahlanmak ve sanayileşmiş ve şehirlileşmiş bir toplum olmak zorundaydık. Bu hızlı değişim şehirlere yığılan ama şehir kültüründen ve şehirde yaşama adabından uzak bir nüfus yarattı. Bu insanlar artık köylü değillerdi; toprakla, çiftle bir ilgileri kalmamıştı… Ama Cumhuriyet’in inkılaplarında hedeflenen ideal şehirli Türkler de değillerdi. Çoğunlukla geldikleri taşranın yaşam alışkanlıklarını koruyan, taşradaki tüketim davranışlarını inatla devam ettiren bu insanlar, aslında hızlı Batılılaşmanın yol açtığı kimlik krizinin sonucunda ortaya çıkmışlardı. Taşradaki alışkanlıklarını din zanneden, şehirli hayatını “gâvurlaşma” olarak tanımlayan ama aynı zamanda az emek ve bol entrikayla kısa yoldan köşeyi dönüp sınıf atlamak isteyen bu insanlar 1970’lerden sonra şehirlerde çoğunluğu ele geçirdiler. Şehrin hengamesinde ayakta kalmak için ve kendilerini değişmeden yeniden üretebilmek için bu insanlar çeşitli topluluklar etrafında öbeklendiler: Yani, hemşehri dernekleri ve cemaatler. Bu arada Cumhuriyet inkılabının ürettiği rafine, elit, Batılı gibi üretmeyen ama Batılı gibi yaşamayı şiar edinmiş bir azınlık da şehirlerde yerleşik durumdaydı.
Türk demokrasisi geliştikçe, kendilerini sağ muhafazakâr olarak tanımlayan popülist partiler, çarpık Batılılaşmanın sonucunda ortaya çıkan ve şehirde çoğunluğu oluşturan bu taşra kökenli topluluklara göre politika belirlediler. Sürecin devamında, bu toplulukları temsil eden cemaat örgütlenmeleri ve hemşeri dernekleri de sağ partilerin doğal müttefiki haline geldi. Cemaatler partiye koşulsuz oy verecek kitleleri sağlarken, sağ partiler de bu cemaatlere siyasi güç elde etme ve servet birikimi sağlama imkânı sunmaktaydı. Öte yanda CHP etrafında, bugün “Beyaz Türk” olarak tanımlanan ve Batılı gibi üretmeden Batılı gibi yaşamaya – tüketmeye çalışan azınlık gruplar toplanmıştı. Bunlar başlangıçta hem beşeri hem de fiziki sermayeyi kontrol etmekteydiler. Paradoksal bir şekilde, bu gruplar ve CHP kendini sol olarak tanımladı. Hiç egemen sınıfları bir sol parti temsil edebilir mi? Ya da ağırlıklı işçi ve küçük esnafa dayanan toplulukları sağ partiler temsil edebilir mi? Teorik olarak her ikisine de verilecek cevap “Hayır!” olmasına rağmen, Kemal Tahir’in dediği gibi Türkiye’de bu işler farklı şekilde işledi…
1990’larla beraber, teknolojik değişim, küreselleşme ve liberalleşme her iki kesimi de değiştirdi. Beyaz Türkler hızla siyasi güç ve iktisadi servet kaybına uğrarken, bu kesimin gençleri devlete ve millete duydukları güveni kaybetmeye başladılar. Çoğu “dünya vatandaşlığı” fikrini benimsedi. Öte yandan sağ partilerin seçmen kitlesi olan şehirde yaşayan taşralılar içinden yeni bir sermayedar sınıfı çıktı. Tabii ki, bunlar da kendi selefleri gibi iktidarların destekleri ile semirdiler. Taşradan gelen ve geleneksel kasaba yaşantısını büyükşehirde canlı tutmaya çalışan baba ve dedelerinden farklı olarak bu kesimin gençleri de imtiyazlı hayatın, şatafatın ve lüks tüketimin tadını almışlardı. Cemaatler ise artık bankalardan hastanelere, eğitim kurumlarından medya şirketlerine kadar yayılan birer holdinge dönüştüler. Ama cemaatler, hala daha esas gücünü şehirdeki kendine ve şehre yabancılaşmış düşük gelirli ve eğitimsiz kitlelerden almaktadır. İşte Mustafa Hoca’ye saldıran, sosyal medyada ahlaksızca küfreden bu insanlar, cemaatlerin çevresinde hayata tutunmaya çalışan lümpenlerdir.
ÖZTÜRK’Ü ELEŞTİREN HOCALARIN KENDİ CEMAATLERİNDEKİ LÜMPENLERİ DİZGİNLEMESİ GEREKİR
Öztürk’ün görüşlerine ben de katılmadığımı yazmıştım. Kendi mecralarında Öztürk’ü eleştiren din adamları da hiçbir şekilde şiddeti ve hakareti teşvik etmemişlerdir. En azından, bu yönde kamuya açık bir deklarasyonları olmamıştır. Ne var ki, güçlerini ve servetlerini dayadıkları geniş lümpen kitleyi de kontrol edememektedirler. Cemaatleri ve dini grupları yönlerinden bu tip kanaat önderlerinin kendi gruplarını dizginlemesi gerekir. Yoksa Selçuklu’dan günümüze Türkiye tarihinde siyaseten tasfiye edilen dini grupların arasında kendilerine yer beğenmek zorunda kalırlar.
SERBEST DÜŞÜNCEDEN KORKU VE “SÖYLETMEN VURUN!” ANLAYIŞI
Kasaba tutuculuğunun bir kötü tarafı da alternatif düşüncelere tahammülsüzlüğüdür. Bunu ben Osmanlı tarihinde sıklıkla görülen Yeniçeri isyanlarındaki ana sloganla özdeşleştiriyorum: Bilindiği gibi, isyan eden yeniçeriler, kendilerini suhulete ve akl-ı selime davet edenleri “Söyletmen, vurun!” diyerek telef ederlerdi. Bugün, sosyal medyada arz-ı endam eden bu çeşit zevat da Mustafa Hoca için “Söyletmen, vurun!” demektedirler. Her firavunun bir Musa’sı olduğu gibi, her yeniçerinin de bir Sultan Mahmut’u vardır!