Ayasofya, ondan alınan iki sıfatından birine yeniden kavuşmuş ve mihrâbına can, minberine kelam gelmiştir.
Çok değil sadece dört yıl önce uçurumun kenarından dönen devletimiz, bu kısa sürede yönünü de doğrultup istikamet üzere yol almaya başladı. Köpükten gövdemizle yükledigimiz bu çelikten yük, gün geçtikçe kısmete dönüşmektedir. Bu dönüşümün alamet-i farikası da Ayasofya’dır.
Ayasofya, ondan alınan iki sıfatından birine yeniden kavuşmuş ve mihrâbına can, minberine kelam gelmiştir. Yıllardır beklenen, Cumhuriyet’in bir neslinin gerçekleşmediği için gözünün açık gittiği bir rüyâ gerçekleşmiştir. Tıpkı o kutlu fetihten dört gün sonra kılınan ilk Cuma namazı gibi, seksen altı yıl sonraki ilk Cuma namazına sâdece günler kaldı. Târihî bir olaya şâhitlik yapacak olmanın heyecânı içindeyiz.
Arz-ı Halife
Ayasofya’nın elinden alınan diğer sıfat ise, 1884 yılına kadar, dünya coğrafyasının merkez noktası olmasıdır. 1884 yılına kadar Sıfır Meridyeni’nin Ayasofya'dan geçtiği kabul edilir ve haritalar bu kurala göre çizilirdi. Ayrıca bu meridyenin özel bir ismi vardı: Arz-ı Halife. Çünkü Halife-i Mümin, İstanbul’daydı. Tüm saatler, İstanbul’a göre, diğer bir deyişle İslâm halifesinin şehrine göre ayarlanıyordu. Yâni şimdilerde GMT (Greenwich Mean Time) olarak yapılan saat ve zaman hesaplamaları, 1884’e kadar “İSİ” (İstanbul Saati İle) olarak yapılıyordu.
1884 yılında ABD’de düzenlenen Uluslararası Meridyen Konferası’nda alınan karar ile Sıfır Meridyeni Londra yakınlarındaki Greenwich'e taşındı. Osmanlı Devleti, temsilcisi Ahmet Rüstem Efendi vâsıtasıyla bu karara “şerhli evet” oyu verdi. Bu karar, dünyânın siyâsî olarak merkezi ve coğrafî olarak referans noktasının artık İstanbul ve Ayasofya değil, Londra ve Greenwich olduğunun gösteriyordu.
Ayasofya, önce 1884 ve sonra 1934 olmak üzere, elli yıl arayla iki gaspa mâruz kalmıştır. Önce dünya siyâsî yapısının merkez noktasının sembolü olma özelliği gasp edilmiştir. Sonra da feth-i mübinin, müjdeli fethin sembolü olma özelliği elinden alınmıştır. Yâni Ayasofya, önce dünya kamuoyunda, sonra da Müslüman kamuoyunda itibarsızlaştırılmıştır. Önemi ve anlamı unutturulmaya çalışılmıştır.
Ayasofya’nın câmi kimliğine yeniden kavuşması, sâdece dinî değil, aynı zamanda ve daha çok sosyopolitik ve jeopolitik bir önem taşımaktadir. Yeniden câmi olarak açılması, ibâdet edecek yer ihtiyâcından değildir. Böylesi anıtsal mâbetler, fiziksel mekân ihtiyâcından dolayı inşa edilmez veya açılmaz. Sultanahmet Câmii de, cemaat Ayasofya Câmii’ne sığmadığı için yapılmamıştı.
Osmanlı’nın Ayasofya’ya saygısı
Bugün “Türkiye büyüklük göstersin” diyenler, Türk devletinin gösterdiği büyüklüklerin saymakla bitmeyeceğini görmezden geliyorlar. Osmanlı, Ayasofya’nın mânevî şahsiyetine olan saygıdan dolayı, İstanbul’a, Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük kubbeli bir câmi inşa etmemiştir. Ama daha büyük kubbe yapacağını Mimar Sinan, Edirne’deki Selimiye Câmii ile göstermiştir ve bu eser hâlâ ayaktadır.
Türk dinî mimârî anlayışı, Ayasofya’ya olan saygıdan dolayı, Ayasofya İslâmiyet’ten önce yapılmış olmasına rağmen, kubbeyi bir Hristiyan mâbed unsuru olmaktan çıkarıp, İslâmî bir mimârî unsur hâline getirmiştir. Osmanlı’nın bu nezâketinden dolayı, artık kubbesiz bir câmi düşünülemez.
İlk Cuma’nın imamı
Ben de gönlünden bu ilk Cuma namazını Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kıldırmasını geçirenlerden ve bunu dillendirenlerdenim. Hele Türkiye’deki müslüman ülkelerin büyükelçi, başkonsolos veya konsoloslarının saf tuttuğu bir cemaate Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın imamlık yaptığına şâhit olmak isterdim. Bu görüntü, Ayasofya’nın mânevî önemine çok yakışırdı.
Ancak Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya üzerinden polemik yapmak ve bunu konuşarak siyâsî bir geviş getirmek isteyenlere malzeme vermedi. Seksen altı yıl sonra, önümüzdeki Cuma günü, 24 Temmuz’da kılınacak Cuma namazının dâvet organizasyonunu Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yaptığını ve namazı Diyânet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali Erbaş kıldıracağını, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan basın mensuplarıyla bizzat paylaştı. Bu, bir anlamda vekâleti ona verdiğini birinci ağızdan duyurmak anlamına gelmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bunu yaparak, Ayasofya Câmii’nin yeniden ibâdete açılmasına siyâsî değil, dinî ve mânevî bir anlam verilmesi gerektiğini de söylemiş oldu.
Gönlümüzden geçen ile olması gereken ve olacak olan örtüşmese de, bunun telâfisini kısa sürede yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum ve bunu bir teklif olarak şimdiden Diyânet İşleri Başkanlığımızın ve sayın başkanımızın dikkatine sunmak istiyorum. Ayasofya’nın mihrâbında ve minberinde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı görmesek de, önümüzdeki ilk kandil kutlamasının Ayasofya’da yapılması ve bu kutlamayı yayınlayacak tüm televizyon kanallarının ortak yayını yapması için hiçbir siyâsî, dinî, diplomatik ve sosyal engel bulunmamaktadır.
Ayasofya Câmii’nin hak ettiği kalabalık cemaati vakit namazlarında göreceğimizden şüphemiz olmamalı. Ancak câminin içi ve avlusunun yanında, meydanın da saf saf doldurulduğunu görmek, üzerimizdeki birçok musibetin gitmesine, şerin define, hayırların fethine vesile olacağını düşünüyorum.
Târih tekerrür etmesin bükülsün
Ayasofya’nın câmi hüviyetine tekrar kavuşması, ardında nelerin olduğunu tahmin edemeyeceğimiz bir kapının açılmasıdır. Olur mu demeyelim; şüpheye düşmeyelim. Biz isteyelim ve gayret edelim. Biz gayret edersek, Allah herşeyi mümkün kılar. Üstad Necip Fâzıl’ın dediği gibi "Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur".
Târih bükülmeye başladıktan sonra, Ayasofya’nın 1884’te elinden alınan sıfatına geri dönme süreci de başlamış olacaktır. Târihin yanlışlar sebebiyle tekerrür etmesi, bizim gayretimiz ve Allah’ın izniyle son bulacaktır.
Töresini kayıp bir hazine gibi yeniden bulan Türk devleti, devrin gerektirdiği şartları, hem madde hem de mânâ plânında yerine getirdiği takdirde, hiç hayâl edemeyeceğimiz kapılar açılacak, hiç düşünmediğimiz köprüler kurulacak, hiç aklımıza getirmediğimiz bağlılıklar kendiliğinden gerçekleşecektir.