Kitapları yeniden okumak iyi geliyor. Unuttuğumuzu hatırlamak anlamadığımıza kulak kesilmek ve sözü yeniden yaşamak için.

Önemli bir büyüğümüze atfedilen bir söz gördüm internet üzerinde. Hocamız, çok kitap okumak yerine seçilmiş kitapları yeniden farklı dönemlerde okuduğunu ifade etmiş. Bunun Osmanlı münevverlerinin bir usulü olduğunu da eklemiş. Üzerine düşünülmesi gerekiyor. İsmini açıkça vermemin sebebi kaynağın muteber olmaması. Ama bu, sözün ağırlığını hafifletmiyor. Çocukluktan itibaren okuduğum siyer kitapları geldi aklıma. Ahmet Lütfi Kazancı’nın Saadet Asrı, Salih Suruç’un ödüllü iki ciltlik siyer eseri ve diğerleri. Bu kitapları hayatımın farklı dönemlerinde okudum. Efendimizin hayatı üzerine okumalarım devam ettikçe hem yaşadığı Saadet dönemini hem bugüne dair mesajlarını ve hem de geçmişte okuduklarımı karşılaştıracak bir zemin kazanmış oluyorum. Kızlarımın büyüme döneminde 365 Günde Sevgili Peygamberim ve 365 Günde Sevgili Peygamberimizin Arkadaşları kitaplarını hemen her gün birer bölüm onlara okudum. Kendim de tekrar etmiş oldum. Tekrar tekrar okumak, farklı kaynaklarla, farklı ifade biçimleriyle geçmişi algılamaya çalışmak kıymetli.

Siyer okumalarımda dikkatimi çeken husus, tüm kitapların siyer başlangıcı olarak Ebrehe’nin ordusu ile Kâbe üzerine yürümesini kabul etmesi. Yani? Peygamberimizin hayatını anlamak için dedesini anlamamız gerekiyor. Nasıl bir ortamda doğduğunu ve yetiştiren kişilerin vasıflarını. Annesi ve babasından önce dedesi. Mekkelilerin reisi Abdülmuttalip, Ebrehe’nin ordusu geldiğinde develerine el koyan düşman ordusunun yanına gidiyor ve develerini istiyor. Buna şaşıran Ebrehe, bir lider olarak onun müzakereler yapmasını beklediğini ve küçük bir istekle kendisini şaşırttığını söylüyor. Kuvvetlerin dengesizliği nedeniyle Mekke halkı tepeler çıkıyor ve Yemen taraflarından gelen bu orduyu Kabe ile baş başa bırakıyor.

Bu olayı farklı açılardan okumak mümkün. Mekke’nin ticaret üzerinde dönen dünyasında askeri güçsüzlüğü görebiliriz. Yemen’in askeri gücünün daha fazla olduğu zaten anlaşılıyor. Diğer taraftan Mekke’nin sakinlerinin şehrin sahibi olarak Allah’ı görmesi ve derin bir tevekküle sahip olmalarını da. Abdülmuttalip’in tavrını ise develerine sahip çıkmaktan öte gücünün sınırlarını bilmek ve sorumluluk çizgilerini net olarak çekmekle ilgili görüyorum. Büyük ders olduğu aşikar. Çaresiz olduğu düşünülen ortamda sergilenen yüksek irade.

Günümüze geldiğimizde herkesin kendi gücünün sınırları içinde olmayan ve çözümünde de aktif görev alamayacağı meseleler gündemleri işgal ediyor. Bu meselelerle meşguliyet kendi mesuliyetlerimizi unutturacak kadar gündemimizin içine giriyor. Sonra? Dünyayı değiştiremediğimiz gibi kendimizi ve etkimiz olan dar çevremizde bile değişimi başlatamıyoruz. Daha da acıklısı kayıplarımız tam yakınlarımızda başlıyor. Develerimize, yakın sorumluluklarımıza sahip çıkmak önümüzde kocaman bir imtihan olarak duruyor. Küçük gördüğümüz imtihanlar nedeniyle büyük gedikler açıyoruz geleceğimizde.

Kitapları yeniden okumak iyi geliyor. Unuttuğumuzu hatırlamak anlamadığımıza kulak kesilmek ve sözü yeniden yaşamak için. Siyeri yeniden okumaya başladığımızda da karşımıza Abdülmuttalip çıkıyor. Kocaman bir ders ve vazgeçilmez bir örnek olarak ve her seferinde şunu söylüyor: Ben develerin sahibiyim, Kabe’yi de sahibi koruyacaktır.