Daha önceki yazılarımda iktisadi büyüme modellerinin kapalı ekonomi şartlarında kurgulandığından bahsetmiştim.

Bugün dünyada “büyüme”, “büyümeme” ve “büyüyememe” iktisatçıların tartıştıkları önemli kavramlardır. Büyüme ile ne kastettiğimi hepiniz biliyorsunuz. Birkaç yazıdır buna odaklandım. Büyüme bir ülkenin üretim kapasitesinin artmasıdır. Pekiyi “büyümeme” nedir? Özellikle son dönemlerde ortaya atılan bir kavram olan “degrowth / büyümeme” dünyanın kaynaklarının hızlı sanayileşmeye bağlı olarak tükenmesi ve yaklaşan doğa ve iklim krizi nedeniyle bilinçli olarak büyümeme politikasına verilen addır. Bu yazıda bu kavrama değinmeyeceğim. “Büyüyeme” iktisadi, tarihsel, siyasi veya teknik birçok sebepten dolayı bazı ekonomilerin büyüyememesi problemini gösterir. Büyüyemeyen gelişmiş ülkeler olacağı gibi (Japonya) az gelişmiş ülkeler de olabilir (Suriye ve Afganistan).

Daha önceki yazılarımda iktisadi büyüme modellerinin kapalı ekonomi şartlarında kurgulandığından bahsetmiştim. Pekiyi, bütün dünyanın karmaşık ilişkilerle birbirine bağlı olduğu bu çağda, Küreselleşmenin bütün ilişkileri yenilediği ortamda büyüme ve büyüyememe nasıl anlatılır? Bugün biraz bu konuları tartışacağım.

FAKİRLEŞMEMİZİN SEBEBİ ÜST AKIL MI?

İktisadi sıkıntıların yoğunlaştığı toplumlarda popülist siyasi iktidarlar hemen suçluyu teşhis eder: “Üst Akıl!” “Dış Mihraklar!” Özellikle küreselleşmenin yaygınlaştığı bu dönemde siyasetçilerin en fazla başvurduğu günah keçileri bunlardır. Bunun sebebi ekonomilerin büyük oranda birbirine entegre olması ve büyümenin finansmanı için gerekli olan sermayenin küresel piyasalardan sağlanmasıdır.

Birçok gelişmekte olan ülke, eğer doğal kaynak ihracatçısı değilse, yapısal olarak tasarruf açığı ve cari açıktan mustariptir. Küreselleşmenin sağladığı en önemli imkânlardan biri küresel finans sisteminden yararlanabilmektir. Bildiğiniz gibi büyümenin motoru yatırımlardır, yatırımların kaynağı da tasarruflardır. Birçok gelişmekte olan ülke yetersiz tasarruflarını dış kaynakla tamamlamaktadır. Yani dış borçla yatırım finansmanı…

Dış borç alan bir ülke, bu kaynakları üretim kapasitesini arttıracak alanlara yatırır ve ödeyeceği faizden daha yüksek bir verim artışı sağlarsa kişi başına gelirini uzun dönemde arttırmış olur. Eğer bu kaynakları teknolojik gelişme ve eğitime aktarırsa doğal büyüme hızını da arttırır. Yani “dış mihraklar” her zaman sizin kötülüğünüzü düşünmez… Önemli olan dış mihraklardan aldığınız borcu akıllı ve verimli kullanmaktır. Bunu da siz yapacaksınız. Eğer akıllı kullanırsanız ülkeniz kendi potansiyelini geliştirir ve doğal büyüme hızını arttırır.

Öte yandan bazı gelişmekte olan ülkelerde ise “dış mihraklardan” gelen paralar üretken olmayan sektörlere aktarılır. Güzel AVM’ler yapılır, içeride dünyanın her yerinden gelme ithal mallar satılır. Görkemli hükümet binaları, gökdelenler inşa edilir. Kendi ülkesini bile gezmemiş vatandaşlar dış seyahate çıkarlar. İktidardaki partinin mensupları Puket Adası’na, Ukrayna’ya “istişare toplantısına” (!) giderler. En üst yöneticilerden en alt kademedeki vatandaşa kadar ahali “dış mihraklardan” alınan borcu bir güzel, çatır çatır yer. Bu dönemde insanların kişi başı üretimi artmaz ama kişi başı tüketimi artar. Kişi başı sermaye artmaz ama kişi başı borç artar. Bir de borçla gelen tüketimin yol açtığı geçici bir refah artışı olur. Sonra… Borç ödeme vakti gelir; hem de faiziyle… Bu süreçte ise, insanların tüketimleri ve refahları üretimlerinden daha az olur. Kişi başı gelir ve kişi başı sermaye düşer. İşte bu zamanlarda, ahali içinde artan memnuniyetsizliğe karşı hükümet yetkilileri “dış mihrakları” suçlar: “Üst akıl ülkemizin yükselmesini istemiyor. Bu yüzden ekonomimizi baltalamak istiyor. İçeride bize karşı kullandığı elitleri, vesayetçileri besliyor. Dış mihraklara boyun eğmeyeceğiz!” mealinde nutuklar atarlar. Ahaliden bir Allah’ın kulu da çıkıp “Ulan borç alırken, Puket Adası’nda keyif sürerken, gökdelenler yaptırırken ‘üst akıl’ yok ‘dostlarımız’ var; borç ödeme vakti gelince ‘dostlarımız’ ‘üst akıl’ oluyor! Ne güzel İstanbul be!” demez. Böyle ülkelerde istikrarlı bir büyüme olmayacağı gibi, süreç sonunda elde kalan refah düzeyi süreç başındaki düzeyin bile altına inebilir. Demek ki, dış borç yanlış kullanılırsa, har vurup harman savurulursa büyümeyi de istikrarı ve kalıcı refah artışını da engeller. Ama verimliliği ve üretkenliği arttıracak şekilde kullanılırsa hem büyümeyi hem de refahı arttırır.

SICAK PARA MI YOKSA DOĞRUDAN DIŞ YATIRIMLAR MI?

Küreselleşmenin etkisi sadece dışarıdan finansmanla oluşmaz. Aynı zamanda dış kaynaklı üretken sermaye yatırımları da söz konudur. Dışarıdan ülkeye finansman sağlamak için gelen fonlar genellikle tahvil ve hisse senedi piyasalarına gelir. Bunlara ek olarak bankaların aldığı sendikasyon kredileri de vardır. Gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda hisse senedi veya tahville borçlanma finansmanın temel kaynağı değildir. Çünkü bu piyasalar sığ ve spekülâtif şoklara açıktır. Üretim ve yatırımın finansmanı, bu yüzden, bankacılık kredisi üzerinden gerçekleşir. Burada ise, bankacılık sektörünün dışarıdan aldığı borcu hangi sektörde değerlendireceği önemlidir. Üretim ve yatırımın finansmanı için ikinci bir yol doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Yabancı firma gelişmekte olan ülkeye geldiğinde yeni bir üretim tesisi kurarken uzman işgücü, teknoloji, know-how, firma kültürü de getirir. Bunun yanı sıra, yabancı firma dışarıdan çok daha uygun miktar ve faizle borç para da bulabilir. Yabancı firmalar gelişmekte olan ülkelerde yatırım yaptığında o ülkenin firması olur ve o ülkeye katma değer sağlar. Yani ülkenin istikrarlı büyümesi ve doğal büyüme oranını arttırması için dışarıdan gelen sermayenin “sıcak paradan” çok “doğrudan yatırım” şeklinde olması gerekir.

Pekiyi doğrudan yatırımları nasıl arttırabiliriz? Sıcak paraya bağımlılıktan nasıl kurtulabiliriz? Aslında her ikisinin de kaynağı dış piyasalar olmakla birlikte ülkeye gelme sebep ve şartları çok farklıdır. Sıcak para dediğimiz hisse senedi ve tahvil piyasalarına kısa dönemli gelen fonlar, daha çok, yüksek faiz getirisinden, aşırı değer kazanmış yerli paradan spekülâtif kazanç elde etmeyi amaçlar. Sıcak para riskin yüksek olduğu, milli paranın aşırı değerli olduğu ve yüksek faizlerin olduğu ülkeleri tercih eder. Bu tür fonlar kısa sürede yüksek miktarda borç getirir ancak çok da ürkektirler. Döviz kurlarında bir artış beklentisi veya herhangi bir dışsal ekonomik şok halinde büyük hacimli sermaye çıkışlarına yol açarlar. Öte yandan doğrudan yatırımlar düşük faiz, düşük enflasyon ve yüksek kur olan ülkelere gelir. Çünkü, her ne kadar dış kaynaklı da olsa, yerel bankacılık sisteminden borçlanır ve büyük oranda ihracat yapmayı amaçlarlar. Bunlar daha az miktarda gelir ama kolay kolay çıkmazlar. Yani riski ve enflasyonu düşük, takiben faizleri düşük ve yerli paranın aşırı değerli olmadığı ülkelere daha çok doğrudan yatırım gelir. Sonuç olarak sıcak parayı çeken şartlar doğrudan dış yatırımların azalmasına, doğrudan dış yatırımları çeken şartlar sıcak paranın azalmasına yol açar.

Acaba bu iki dış sermaye tipinin ülkeye gelmesinde ortak şartlar var mıdır? Tabiî ki, vardır. Her şeyden önce ülkenin az gelişmiş olmaması yani temel hukuki, iktisadi ve teknolojik altyapısının olması gerekir. İkincisi, uluslararası finans kurallarını kabul etmiş ve onları ülke içinde etkinlikle uygulayan bir yönetimin olması gerekir. Üçüncüsü iktisadi ve siyasi istikrarın olması gerekir. İktisadi istikrardan kasıt makul bir enflasyon oranı, istikrarlı bir büyüme performansı ve kabul edilebilir cari açık ve bütçe açığı düzeyleridir. Siyasi istikrar ise hem yönetimin demokratik meşruiyetinin olması hem de politikaların öngörülebilir olmasıdır. Bu şartlar hem kısa hem de uzun vadeli sermaye girişleri için gerekli olan şartlardır.

Özetlersek dışa açık ekonomi ülkeler daha hızlı büyüme ve daha yüksek kişi başına gelir sağlayabilir. Ancak bu hedefler için gerekli olan şartların o ülkede mevcut bulunması zorunludur. Yoksa ülke 7-11 yıl aralıklarla dış borç birikimine dayalı krizlere maruz kalır.