Cuma günkü yazımda 1994, 2001 ve 2008 Krizlerinin benzerliği ve bunların dışa açık Türkiye ekonomisindeki majör dalgaların dip noktasını oluşturduğunu söylemiştim. Bugün bu krizlerin birbirleri ve mevcut kriz dalgasıyla ortak yönleri üzerinde duracağım.
Her üç krize giden süreç öncesinde bankacılık sektörünün toplam nakdî kredileri reel olarak çok hızlı büyümüşlerdi. Krizlere temel teşkil eden sorun kredinin bütün sektörlere dengeli dağılmayıp özellikle iç piyasaya üretim yapan hizmetler ve inşaat sektörlerine orantısız dağılmasıydı. Bunun sonucu kaçınılmaz bir şekilde cari açık makasının açılması ve dış borçların sürdürülemez hale gelmesiydi. Bankacılık kredisinin orantısız dağılması ülkenin cari hesabını bozduğu gibi, aynı zamanda, krediyi yoğun olarak alan sektörlerde projelendirilmemesi gereken riskli projelerin de kredilendirilmesi, sektörün aktif kalitesinin bozulması ve batık kredi ihtimalinin artması gibi sorunlara yol açtı. Yani hem bankaların alacak tahsilinde gitgide zorlanması hem de ülkenin dış borçlanma oranının sürdürülemez olması durumuyla karşı karşıya kalmıştık.
Yukarıda anlattığım ilişki 1994 ve 2001 krizlerinde birebir gerçekleşmiştir. Burada 2008 Krizi biraz daha farklı bir konjonktürde oluşmuştur. 1994 ve 2001 Krizleri tamamen iç dinamiklerden kaynaklanan bir sürecin sonunda oluşurken 2008 Krizi Küresel krizin etkisiyle ihracatta gerçekleşen ani bir düşüşe bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Tabii ki, burada, makro iktisadi politikaların da etkisi vardır. Üç krizde de yapılan stratejik hata ortaktır: Para ve maliye politikası ile kur rejiminin uyumsuzluğu.
1994 ve 2001 Krizleri hem özel tasarruf - yatırım açığı hem de bütçe açığının eş anlı olarak bulunduğu bir ortamda gelişmişti. 2008 Krizinde ise sadece özel tasarruf - yatırım açığı varken bütçe hesabı denkti. 1994 ve 2001 Krizlerinde kontrollü kur rejimi altında istikrar politikası parasal hedefleme merkezli sıkı para politikası ile kontrolsüz genişlemeci bir maliye politikasını içeriyordu. Kontrollü ve sabit kur rejimlerinde maliye politikası genel iktisadi faaliyet düzeyini belirlemede çok kuvvetli bir araç iken para politikası nispeten daha zayıftır. Ekonomi sabit kur rejiminde dış şoklara karşı kırılgan iken iç şoklara karşı korunaklıdır. Her iki kriz öncesinde de, problem yüksek kronik enflasyon ve sürdürülemez iç ve dış borçlardı. Dolayısıyla ekonominin soğutulması gerekiyordu. Bunun için kuvvetli politika olan maliye politikasını iç talebi kontrol etmekte kullanmalı ve para politikasını da yardımcı politika olarak değerlendirmeliydi. Ancak tam tersi yapılmış, dönem hükümetleri kuvvetli politika aracını iç ve dış açıklar ile enflasyonu daha da arttıracak yönde kullanmışlardır, (genişlemeci maliye politikası). Kuvvetsiz politika aracı ile iç talep kontrol edilmeye çalışılmış ve başarısız olunmuştur, (sıkı para politikası). Üstüne üstlük, kriz patladığında hükümet krize karşı politika da geliştirememişti. Bunun sebebi bizatihi hükümetlerin yüksek iç borçtan dolayı ilk önce kendi açıklarını kapatmaya yönelmesiydi. Bu da zaten daralan ekonomiyi daha da küçültmüş, krizin etki ve şiddetini arttırmıştı. Sonuçta istikrar politikası ile kur rejimi uyumsuzluğu sabit kur rejiminin avantajlarından faydalanılamamasına yol açmış, iç şoklara karşı koruma sağlayan sabit kur rejiminde iç şoklar kaynaklı bir krize sebep olmuştur.
2008 Küresel Krizi patladığında Türkiye ekonomisinde ana istikrar politikası sıkı maliye politikası ile birlikte enflasyon hedeflemesine dayalı sıkı para politikası idi. Bunların yanında, kur rejimi dalgalı kur rejimi idi. Dalgalı kur rejiminde kuvvetli politika parasal hedefleme temelinde para politikasıdır. Maliye politikası ise nispeten daha zayıftır. Dalgalı kur rejimi ülkeyi dış şoklara karşı korurken (dış ekonomide talep daralması veya dış faizlerde artış vb.), iç şoklara karşı kırılgan bir yapı arz eder. Dalgalı kur rejiminin çalışması için hem kurların hem de faizlerin piyasaya bırakılması, kontrol edilmemesi gerekir. Kurlar cari işlemler hesabını dengeye getirirken, faizler de sermaye hesabını dengeye getirir. Bu dönemde ana mesele ılımlı enflasyon ve yüksek dış borçtur. Ancak hükümetin bütçesi denktir. 2008 Krizine giden süreçte enflasyon hedeflemesi faizlerin Merkez Bankasının kontrolünde ve çok yüksek düzeylerde tutulmasına ve kurların da baskılanmasına yol açmıştır. Türkiye ekonomisi bu süreçte, sürekli sermaye hesabı fazlası ve dolayısıyla cari açık veren bir ekonomiye dönüşmüştür. Kurlar dengeleyici fonksiyonunu ifa edememiş, dolayısıyla istikrar politikası ile kur rejimi uyumsuzluğu kur rejiminin avantajlarından yararlanılmasına mani olmuştur. Küresel krizin Türkiye’ye yansıması doğal olarak dış talep daralması ve ihracatın sert bir şekilde düşmesiydi. Dalgalı kur rejimi doğal halinde çalışsa, ihracat daralması kur artışı ile telafi edilecekti. Yani küresel krizin etkisi neredeyse hiç hissedilmeyecekti. Ancak böyle olmadı. Yine de, 2008 Krizi’nin etkilerini hafifleten iki olgu öne çıkmaktadır. Hükümet denk bütçeye sahip olduğu için krize karşı genişlemeci maliye politikası uygulayabilmiştir. Dünya’da da ABD ve AB Merkez Bankalarının uyguladığı genişlemeci para politikaları sonucunda oluşan cari açık ucuz dış borçla finanse edilebilmiştir. Ancak 2008 Krizinin bütün yapısal sebepleri bugün hala değişmeden durmaktadır. O dönemde “piyasa imanlısı neo-liberal düzen yanlısı” arkadaşların heyecanla bekledikleri bilmem kaçıncı genişleme paketlerinin anlamı ABD’nin para basıp dünyaya dolar pompalamasıydı. Böylece hem genel kriz geciktirildi, hem de ABD’nin krizi dünyaya yayıldı. Bizde de, o dönem AK Parti’lilerin heyecanla savunduğu “inşaatla kalkınma stratejisi” devreye sokuldu. Bol ve ucuz dövizle üretken olmayan sektörlere gaz verildi, dış borca dayalı tüketim azdırıldı.
İçinde bulunduğumuz 2018-19 Krizi hem Majör Dalganın ki, ben buna “Dış Borçlanma Dalgası” adını verme taraftarıyım, dip noktası ile 2008’de kamu harcaması ve ucuz dış borçla çözümü ertelenen yapısal sorunların bir bileşkesidir. Ne var ki, bugün, hükümetin tıpkı 2001’de olduğu gibi bütçe açığı vardır. Dış borç imkânları da çok kısıtlıdır. Bu da hükümetin elini kolunu bağlamaktadır. 2019 yılı başından itibaren ilan edilen Yeni Ekonomi Programı delinmiş, seçim ve benzeri siyasi etkenlerle zaten sıkıntılı olan bütçe iyice açık vermeye başlamıştır. Bundan sonra yapılacak olan ilk şey, vergi artışları ve kamu harcamasında kısılmaya gidilmesi olacaktır. Merkez Bankası’nın faiz arttırması da gündemdedir. Yani iç talep önümüzdeki dönemde daha da kısılacaktır. Bu gidişle 2020 yılını da kriz yılı olarak görme ihtimalimiz yüksektir.
Allah yardımcımız olsun…